6 Ağustos 2012 Pazartesi

Askerlik Öncesi Son Engel



Lisans mezunu asker adaylarımızın geçmek zorunda olduğu bir diğer adım da Statü Belirleme Sınavı’dır. Sınav öncesinde de tıpkı askerlik öncesinde olduğu gibi can sıkıcı açıklamalar duyacaksınız etrafınızdan. ‘Yaşanmış tecrübeler’ adı altında sunulacak. Bunlardan bazıları;

‘Oğlum ben böyle lanet bi yer görmedim. Sıraya diziyolar, soyunun diyolar ohoo daha neler yapıyolar neler…’
‘Kardeşim içeri giriyosun, oturmak istersen falan ‘kalk lan askeriye burası kafeterya değil’ diyolar…’
‘Bi tane uzun dönem asker geliyor, çök diyo çöküyosun, kalk diyo kalkıyosun. Mal gibi ne derlerse yapıyosun, öyle bi yer işte…’

Gibi onlarca sıkıntılı şey söyleyecekler. Ben de haliyle gerçekleri yazacağım. Sınav öncesi evrak işlemlerimizi halletmiştik. Gelelim sınav günü meselesine. 01-02-03 Ağustos’tan birinde gidebilirsin. Bana şubedeki memur üçünde git dedi, sanki özel bir anlamı varmış gibi. Birkaç kişiden de duyduğuma göre üçünde gidenlerin çoğu kısa dönem oluyormuş. Niye? Çünkü ilk iki gün ihtiyaca uygun bütün uzun dönemlerin yeri belli oluyormuş haliyle sen gittiğinde uzun dönem istesen de kısa dönem gidiyormuşsun. Güldüm tabi götümle. Askerlik kadar, bilinmediği halde herkesin bildiği başka bir yer daha bulamazsın.
‘Bir de öyle yoğun olacak ki, geceden sıra alıp bekleyenler var ben bilmem kaç bininciydim’ gibi sözler edecekler. Valla o geceden giden adamların zorunu bilmiyorum ama ben sabah gittiğimde 100 kişilik bir grup oluşturduk. Bu zorunlu bi durum, 100 kişi tamamlanana kadar işlemlerini başlatmıyorlar. Yaklaşık yarım saat içinde grubu tamamladık. Öğretmen olanlar ayrılacak. Onları bilmediğimiz bir yere götürüyorlar.

03 Ağustos’ta sırada beklerken bana anlatılan o zorlu sürecin aksine rütbelilerin yaklaşımı, konuşma tarzları korkulacak, çekinilecek bir durum olmadığına dair  beni biraz umutlandırdı. Sonrasında Nizamiye çıkış kapısına doğru yaklaşan bir grup askerin arasından bi tane ‘tinerci’ olarak adlandırabileceğimiz eleman başladı yüksek sesle konuşmaya. ‘Ben şuraya gideyimda bıraz pohşet alayım. Pohşetim khalmamueş.’ Ne oluyo lan şaka mı bu diye düşünürken asker kardeşimiz konuşmasına devam etti. ‘Biz burdaa bedeel ödüyoz bedeel’ Bütün kısa dönemler olarak ‘hassiktir lan’ diye iç geçirdik. Bana ne kardeşim okusaydın alla alla diye cevap veren de oldu ama duyamadık. Şimdi eminim evine gittiğinde bu anlattığım olayı kendi kahramanlık hikâyesi olarak duyuracaktır. İşte bu yüzden inanmıyorlar anlatılan askerlik anılarına. Ama güvenin bana, ne yaşandıysa o. (Poşet: Kısa dönem askerler için uzun dönem askerlerin kullandığı takma ad)

Sıralar oluşturulduktan sonra 150 metre kadar bir yol yürünüp kantine gelinir. Kantin alanında bulunan masalara oturulur ve oradaki ‘izin kağıdı’ olarak adlandırılan biri sizde kalacak olan 3 adet kağıt; isim,soy-isim,t.c. no., baba adı ve askerlik şubesi doldurulur, imzalanır ve masada hazır bulunan zarfın içine konmak üzere hazır bekletilir. Sonra evraklarınızı kontrol edip onaylayan memurlardan geçersiniz ve sırayla ‘aday numaranızı’ alırsınız. Aday numarasını aldıktan sonra gittiğiniz bir başka kantinde bir rütbeli size sorular sorar. Bunlardan bazıları, aranızda öğretmen var mı? Spor akademisi mezunu, enstrüman çalan, doğu ve g.doğu illerinde kardeşi şu anda asker olan, ailesinde şehit veya gazi bulunan gibi sorular sorularak aday numaralarınızı bütün evrakların sağ üst köşelerine yazmanız istenir. Sonrasında sekiz kişiden oluşturulmuş bir grup evraklarınızı gözden geçirir, onaylar, damgalar, imzalar, bantlar ve size teslim eder. Elinizde sadece sınavda kullanacağınız kâğıt kalır.

Sınav öncesinde dikkatimi çeken iki noktadan biri tuvaletler de ‘hela’ yazıyor olmasıydı. Diğeri ise iddaa oynayan uzmanlardan birinin ‘.mına soktuğumun takımı’ diye arkadaşına dert yanmasıydı. Yakışmadı uzmanım. Helayla ilgili şunu söyleyebilirim, abi kadının olmadığı bir yer olduğunu işte buradan anlayabilirsiniz. Tuvalet de neymiş, hela hatta ve hatta ayakyolu yazılabilir. Genç rütbeliler saygın ve otoriter görünüşlerinin yanı sıra anlayışlı davranıyorlar. Sıkıntısı olan makul bir dille anlatırsa karşılığını mutlaka olumlu bir şekilde alır diye düşünüyorum. Tabi tüm bu düşüncelerim henüz askerlik öncesi olduğu için, askerlik yapıp durumun benim düşündüğüm gibi olmadığını söyleyenler mutlaka olacaktır. Bakalım artık gidince anlaşılacak bir durum.
Sınavla ilgili detay verilecek bir durum yok. Türkçe ve matematik mantık ağırlıklı sorular. Kimilerine göre sınavın bir şeyi etkilediği yok, kimilerine göre birçok şeyi etkileyen aslında sınav sonucu. Dedim ya bilinmeyen bir durum, haliyle ben bir fikir yürütürsem, işe yaramayacak bir şey olsaydı yapılmazdı şeklinde gayet askerliğin doğasına uygun düz bir mantık yürütürüm. Gitmeden alıştım lan zorluk çekmicem galba eheh.

Yaklaşık üç saat kadar süren bu engel de aşıldıktan sonra evlere dönülür ve 10 Ağustos günü açıklanacak olan sonuçlar ve askerlik yapacağınız yer belli olur. Hayırlısı olsun artıkın…

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Paşa Beni Çok Sevdi


Koskoca bir Temmuz ayını geride bıraktıktan sonra yeniden yazıyor olmak kadar mutluluk verici bir duygu olabilir, emin değilim henüz ehehe. 

Vatani görev öncesi sıkı bi tatil yapıp, dinlendim, yenilendim. Malum olduğu üzre kısa dönem veya uzun dönem artık ne çıkacak belli değil, askerlik görevimi yaptıktan sonra 'adam' olmayı, iş güç sahibi olup yuva kurmayı düşünüyorum. Her ne kadar kabullenmesek de toplumun sana yaşattığı hissiyat budur. Askere gitmeyen erkek, erkek değildir derler...

Niye mi? İşte ben de bunu öğrenmek, yaşanan olaylara canlı tanıklık etmek istediğim için olay yerine gidiyorum. Mehmet Ali Birand? 
- Evet sevgili Mahmut seni duyabiliyorum, bize ıııı neler gördüğünü anlatabilir ıııı misin? ıııı. 
- Evet Birand, tatilden gelip evraklarımı Halıcıoğlu Askerlik Şubesine götürmeye gittim. Saat henüz 11:30'du ki dış kapı kapatılmış ve nöbet tutan askerle karşı karşıya gelmiştim. İşlemlerimi tamamlamak için geldiğimi söylememe fırsat vermeden 'kapalı hemşehrim, toplantı var' yanıtıyla karşılaştım. Yine bir soru sormama izin vermeden '13:30'da gel' demesin mi. Etrafa baktım, caddeler, araçlar, bunaltıcı, nemli ve sıcak bir hava var. Ben düşünmeye devam ederken, 'git karşı binada oturacak yerler var' dedi ve ben onun yaşadığı drama daha ilk günden tanıklık etmiş bulundum. Evet, yalnız kalmaktan, nöbet üzerine nöbet tutmaktan, artık karşılıklı konuşmaya ihtiyaç duymadan kendi sorup, kendi cevaplayan, kendince yorumlayan ve tavsiyede bulunan biri haline gelmişti. Bunları düşünmeyi bırakıp yanına yanaştım:
- Kardeşim bak içerde toplantı olmadığını ikimiz de biliyoruz, al sen beni içeri zaten benden başka bekleyen kimse de yok, olur da sorarlarsa, 'ben zaten işlemlerimi yapıyordum, fotokopi için çıkmıştım derim' dedim. 
- Vallaha ben bişey yapamam, dedi ve küçük bir barakada bulunan asker arkadaşına durumu anlattı. Arkadaşı olmaz, Albay'ın emridir 13:30! deyince, kabullendim çaresizliğimi ve iki saat beklemeye karar verdim. Yaklaşık 20 metre kadar yürümemiştim ki nöbetçi askerin bana seslendiğini duydum. Dönüp baktığımda sol eliyle bana gel-gel diyordu. Ona doğru giderken aklıma ölümden dönenlerin hikayeleri geldi. Bir ışık görüp, ak sakallı bir dedenin gel gel diye işaret ettiği sahne canlandı gözümün önünde. Gülümseyerek vardım askerin yanına. Beni içeri aldı barakadaki -daha kıdemli gibi duran- asker. Santrale telefon edeceğini söyledi. O anda beni oyuna getirdiklerini anladım elbette ama artık çok geçti! Asker, benim için Albay'ı arıyor ve 13:30'dan önce alabilir miyiz diye soruyordu! Yanıt tabi ki hayır olunca gülümsemeye devam edip ana avrat sövdüm içimden. 

İki saat boyunca diğer şubede olup bitenleri gözlemlerken, bir yandan da başıma gelecekleri hayal ediyordum. Sivil hayatta iki kelimeyi bir araya getirecek kapasitesi olmayan birinin askerde senin üstün olup sana vereceği emirlerin ne kadar sağlıklı olacağını sorguluyordum. Ama nafile, askerlikle ilgili anlatılan hikayelerden anlaşıldığı gibi, kışlaya girerken beynini kapının önünde bırakıyorsun. Sorgulamak veya mantık aramak gibi bir hadise yok. Hal böyle olunca çaresizce kabulleniyorsun başına gelecekleri. 
Düşünmeye devam ederken vaktin geldiğini fark ettim. Ve bilenler bilir deniz tarafına yakın olan şubeme doğru ilerlerdim. Kapıdaki nöbetçi değişmiş, barakadaki asker aynı ve kapı hâlâ kapalı. Nöbetçi asker beni görünce direk 'kapalı' dedi. Tabi ben artık iyice sinirlenmiş bir vatandaş olarak. 'Ne kapalısı kardeşim, 13:30 demediniz mi?' diye sordum. Nöbetçi asker diğer askere bakınca o götoğlanı! 'daha saat 13:30 olmadı' demesin mi! 
- Dalga mı geçiyorsun lan sen benle? Aç şu kapıyı delirtme beni saat geldi hadi işim gücüm var benim. 
- Ne dalga geçecam senle saat dolmadı koskoca askeriye senin saatine göre mi harekat edecak? Telefon gelecak içerden açacaz. 

Bozuk şivesi ve kahpe kişiliğiyle yarım dakika kadar kapının önünde beni ve diğer üç kişiyi daha bekletti o.ç.üstelik telefon bile gelmedi içerden.
Ve ben şubenin kapısından girerken anladım askerliğin nasıl bir sıkıntı olduğunu. 
Askerlikle ilgili anılarım mümkün olduğunca devam edecek, Birand? 


27 Haziran 2012 Çarşamba

Yol Verenleriniz Çok Olsun


Merhaba güzel insanlar. Uzunca bir süredir yazmak istediğim fakat vakit bulup da yazamadığım bir konu. Trafikte yol isteyen makam araçları. 

Bu araçların çoğu aslında sivil araçlar. Ya kornası farklı ya tepesinde lambası var. Bunları kullanarak senden yol ister ve önüne geçer. Saatlerce trafikte kaldığın bir anda en sinir bozucu durumdur. Bugüne kadar kimsenin gülerek 'ah tabi canım buyurun lütfen geçin, sizin mutlaka önemli bir işiniz vardır' diyenine denk gelmedim. Aksine küfür ederler. Fakat yine de yol verirler.

Babamla eve döndüğüm günlerden birinde, yaklaşık bir saat trafikte takılmışken, arkalardan 'dat,dat, da da dat dat' şeklinde bir melodiyle yanaşan bir aracı fark ettim. Ve tabi önünde duran ve onlara yol vermeyen 'ensesi kalına benzeyen' bir ağabeyi. Bir kaç kez daha kornaya basılmasına rağmen arkadaki araca yol vermemekte ısrarlı ağabeye bir selam çaktım. Bunu gören babam, 'ya ne yapıyorsun oğlum başına iş alacaksın' demesin mi? O anda yanımdaki adamın babam olmadığını bir başka vatandaş olduğunu hayal ettim...
Önce sol dirseğimle sağ elmacık kemiğine vuruyorum. Yaşadığı şoku atlatamadan burnuna bir sağ yumruk. Kanlar içinde kalan yüzüne bir iki kroşeyle birlikte ensesinden tutup direksiyona bir kaç kez daha vurduktan sonra afiyetle arabadan iniyorum. Bir vatandaşı daha düzeltmenin haklı gururu...

- Hep bu korkaklığınız yüzünden geldik bu hale. Bu ülkenin bugünkü durumunun sorumluları sizlersiniz. En pahalı benzinle araç kullanan, en pahalı toplu ulaşımı kullanan, en çok vergiyi vermesine rağmen susan sizler yüzünden bu ülke güçlü bir ülke değil.

- Ya önemli bir göreve gidiyorsa?

- Önemli bir göreve gitmediğini sen de biliyorsun. Nedense hep işe gidiş saatlerinde ve dönüş saatlerinde gidiyorlar önemli görevlerine. Acil bir durum olsa bu yolun bu saatlerde yoğun trafik altında olduğunu bildiklerinden alternatif yolları tercih ederler. Kaldı ki, önemli bir görev için mutlaka bir polis aracı eskortluk eder.

Sohbet bu şekilde sonlanırken kendi aracım olduğunda bu araçlara yol vermeyeceğimin sözünü verdim kendime. Bir ambulans değil, itfaiye değil, polis veya zabıta aracı değil, hatta ve hatta bir Alex bile değil bu araçlar. O halde neden yol vereyim. Gayet basit bir yöntemle aracımın tepesine lamba koyup, kornamın sesini değiştirebiliyorsam, bu halde beni gören trafik polisi yolumu kesip benimle ilgili işlem yapmaya korkuyorsa, sonuç olarak eğer gerçekten önemli biriysem kendisini Şırnak'ta bulabilirse, o zaman bu sivil araçlara neden yol vereyim?

Bir makam aracının içinde Belediye Başkanını düşünsenize trafikte takılmış kalmış. Kimseden yol istemeden o trafikte vatandaş gibi sıkıntı çekse ve bu problemin bir an önce çözülmesi için kolları sıvasa ne güzel olmaz mı? Olur elbette ama adamcağız trafiğe takılmıyor ki hiç, bütün yollar ona açık. Böyle yöneticilik olursa sen neyin çözümünü bekliyorsun? Senin ülkenin çağdaş medeniyetler seviyesine yükselemeyişinin sebebi bu anlayış eksikliği değil mi? Neden Avrupa ülkelerine gidenlerin veya Amerika'ya veya Kanada'ya gidenlerin hepsinden aynı şeyleri duyuyorsun? 'Adamlar yapmış abi'
Adamların bir şey yaptığı yok kardeşim. Karşılıklı bir güven ilişkisi var halkla yönetici arasında. Elbette bir iki münferit denilebilecek olumsuz olayla karşılaşıyorlar. Yolsuzluk, seks skandalı vb. olaylar. Fakat kendi ülkene dönüp baktığında münferit olaylar olarak adlandırılan 'dürüst başkan, yolsuzluk, hırsızlık yok, varsa yoksa halkına hizmet' gibi tanımlamalar olunca haliyle hayranlıkla bakıyorsun o gelişmiş ülkelere ve insanlarına.

İşin bir garip boyutu da, her fırsatta başına 'namazında niyazında' başkan veya yönetici isteyen vatandaşın, bu adaletsizliğe göz yumması. 'Anam babam sana feda olsun ya Resulallah' diyenlerin, Resulallah'ın hayatından çok çok uzaklarda olması. O değil miydi ki, kızım Fatıma bile hırsızlık edecek olsa elini keserim diyerek adaletin gerçek ölçülerini belirlemiş olan? O halde sen bu haksızlıklara, bu zulümlere göz yumarken, aman beni yöneten namazında niyazında olsun, aman efendim Said-i Nursi Atatürk'e yazdığı mektubunda demiş ki, 'bu halk başında namaz kılan yönetici ister' dersen ben de sana;




olmaz olsun böyle halk derim.

Her şeye rağmen umudumu korumama sebep olan gençliğimiz, sağa sola bölünmeden 'ortak bir anlayışta' birleşebilirlerse, bu ülke işte o zaman yaşanacak bir ülke haline gelir. Ve buraya gelen az gelişmiş ülkelerin vatandaşları 'adamlar yapmış abi' derler. Ve işte o zaman sen gelişmiş ülkeler seviyesinde bulunabilirsin ve sözünün bir geçerliliği olur. Mavi Marmara tokadı yemezsin, Suriye'yle savaşa zorlanmazsın, içeride terörü bitirirsin. Denge siyasetini bir kenara bırakıp dünyayı adil yönetme konusunda öncü olabilirsin. Ama bu şekilde devam ederse, yediden yetmişe televizyon karşısında büyülendiği, eğlence adına yapılan sapık partilerde aktif rol aldığı adeta narkoz verilmiş gibi toplumsal bir tepkinin verilmediği bir şekilde devam ederse, yarın bu tepkiyi veren düşmanlar olabilir ve sen karşılık bile veremeden teslim olursun.

Ebediyete kadar layık olduğu gibi ayakta kalman dileğiyle,
Hoşçakal sevgili ülkem...

























13 Haziran 2012 Çarşamba

Guantanamo' da Hayat Yok



11 eylül 2001 sözde terörist saldırısı sonrasında pek sevgili ABD teröre karşı savaş açtı ve yıllardır aramakta olduğu sözde terör örgütlerinin sözde üyelerini tutuklayarak Guantanamo’ya yerleştirdi.

Bu kamp 2002 yılından itibaren El kaide ve Taliban ile ilişkisi olduğundan şüphelenilen kişilerin tutulduğu ve işkencelere maruz kaldığı bir yer. Burada bulunan tutuklular ne bir savaş suçu ne de adi bir suç işlememelerine rağmen askeri hapishanede tutuklu bulunmaya devam ediyorlar. Ve üstelik ABD yasal sistemine başvuramadıkları gibi herhangi bir gözden geçirme de talep edemiyorlar.
Haliyle bu durum tüm dünyada sevgili insan hakları savunucularının hedefi halinde geldi. Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere Birleşmiş Milletler vb. kuruluşlar Guantanamo askeri hapishanesinin kapatılmasını istediler. Obama da bu duruma kayıtsız kalmayarak seçimler öncesinde başkan seçilir seçilmez üssü kapatacağını ve terör zanlılarını ABD’de tutup yargılayacaklarını söylemişti. Fakat kongrenin yoğun baskısından dolayı bundan vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Bütün ülkelerde aynı senaryo. Seçimler öncesinde iktidarda bulunan parti öyle boktan işler yapıyor ki, insanların artık iyice tepkilerini çekiyor ve sonra bir yiğit çıkıveriyor meydane başlıyor ben gelirsem bunu düzelteceğim demeye. Bu siyasetin bir gereği değil, siyasetin kirli gerçeği. Bu, sistemin danışıklı dövüş oyunu. İnsanları aldatmak için ortaya çıkarılan sistemin bir parçası. Haliyle Amerika’da da aynı durum yaşandı. Yani Bush o kadar kötü yönetti ki! Obama kurtarıcı olarak geldi! Klasik bir seçim oyunu. Yani Bülent Ecevit ve koalisyon o kadar kötü yönettiler ki! Kurtarıcı olarak Tayyip Erdoğan geldi!

Yaklaşık 10 yıldır faaliyette olan üssün hangi sözde terör saldırısını engellediğine şahit oldunuz? Usame Bin Ladin öldürüldü dimi? Sonra cesedini denize attılar? Hıı tamam sen kapat ben ararım. Ulan herifler dünyayla bildiğin taşşak geçiyorlar bak öyle böyle değil. Tabi bunu yediremeyen bazı cevval! adamlar eleştirilerine devam ediyorlar. Mesela, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Dairesi Başkanı Navi Pillay, üssün hala kapatılmamasından üzüntü duyduğunu belirten bir açıklama yaptı. Melek gibi oğlan bu. Sonra Uluslararası Af Örgütü’nden Tom Parker da bu üssün kimseyi güvende tutmadığını yalnızca siyasi amaçlara hizmet ettiğini belirten bir açıklama yaptı. Bu oğlan da fena değil hani. Bunun gibi birkaç örnek vatandaş çıkıp eleştiri yapmalı ki demokrasi yalanımız ortaya çıkarılmasın. Bir de bu durumun savunucuları olmalı, ne güzel kardeş kardeş demokrasicilik oynamalıyız. Heritage Vakfından Cully Stimson da “Bu insanları cezalandırmak için tutuklamıyorsunuz. Silahlı bir çatışma sırasında size karşı yeniden silahlanıp savaşmasını önlemek için yasal çerçevede gözaltında tutuyorsunuz. Bir yandan düşmanla savaşırken bir yandan da yeniden silahlanmasına izin veremezsiniz.”
Ay canım benim ne iyi yürekli bi adam. Yasal çerçevede 10 yıldır tutuyorum adamı! Yuh! Ve bu adamların gözaltında tutulma süreleri yok! Şaka gibi dimi? Değil yavrum, senin için çok şaşılacak bir durum olmamalı. Önünde hemen hemen aynı bir örnek var. Ergenekon.
Şimdi bu üsteki tutuklular suçsuz bulunsa dahi, Amerikan askeri mahkemesinin kararı neticesinde serbest bırakılmayacaklar. Nasıl yani? Evet, serbest bırakılmayacaklar, ta ki olaylar durulana kadar. Ulan olayların durulması için senin teröristliği bırakman gerekiyor önce. Yoksa bu olaylar nasıl durulur? Sen değil misin bu adamlara her türlü desteği sağlayıp sana karşı küçük çaplı saldırılar gerçekleştirmesine izin veren?  Sen değil misin 11 Eylül yalanıyla dünyaya canlı sinema izlettiren? Şimdi kalkıp bu olayların durulması gerektiğini mi söylüyorsun?

Bir de üssün yetkilileri, tutukluların avukatlarıyla yaptığı özel görüşme ve yazışmalarını izleyip okuyorlar. Nasıl ileri bir demokrasi değil mi? 11 Eylül sözde saldırılarıyla dünyanın dengelerinin değiştiğini görüyorsunuz her medya kuruluşunun haberinde veya yorumunda. Sahiden ne değişti? ABD dünya barışını savunan bir ülkeydi de bir anda ‘haklı’ olarak vatandaşlarını savunmaya mı geçti? Ulan bu ABD değil miydi Japonya’yı atom bombasıyla vuran? Bu ABD değil miydi, Kore, Vietnam, Körfez Savaşı ve daha bir çok savaşa sonradan veya ilkten müdahil olup kan döken? Bütün savaşların bir gerekçesi olmalıydı ve haliyle Afganistan’a girişinin sebebi  sözde 11 Eylül saldırılarıydı. Irak’ın işgalinin sebebi ise ‘nükleer silah ve Irak halkına özgürlük’ gerekçeleriydi. Pek sevgili barış yanlısı ABD kan dökmeye devam etti. Gerçekten bunlar dünyada zulüm görmek istemiyorlar. Mesela Filistin’de yaşanan vahşeti görmek istemiyorlar.

Şimdi zaten ABD’nin ve şu anda dünyada hüküm sürmekte olan sistemin yöneticileri için bu insanlık suçlarının pek bir önemi yok. Orta Çağ’dan farkı olmayan bu çağın sadece tanımları değiştirilmiş ve insanlara bu şekilde yedirilmekte. Bundan dolayı da biz ne kadar konuşursak konuşalım, insanlar yeter artık demedikçe bu durum böyle devam edecektir. Ama şöyle bir dönüp bakıyorum da insanlığa, insanlık o kadar duyarsızlaşmış bir durumdaki, yarın öbür gün yolda yürürken aniden yere düşüp bayılsanız yanınızdan öylece giderler. Bunun gibi birçok örneği haberlerde okurlar ve yahu ne kadar duyarsız bu millet diye bir de yorum yaparlar. Yazılarımda en baştan beri söylemek istediğim tek şey şu; önce kendinizi dosdoğru yapın. Yani biraz daha açayım, az biraz delikanlı olun ulan! Yapmadığınız şeyleri yapıyormuş gibi veya siz olsaydınız en doğrusunu yapardınız gibi davranmayın. Asırlar önce size söylendiği gibi, ya göründüğünüz gibi olun ya da olduğunuz gibi.

Ve geçenlerde okuduğum bir haber bu acımasızlığın nasıl umursamaz bir hâl aldığını kanıtlar cinstendi. Evet dostlar, ABD Yüksek Mahkemesi tutuklu bulunan yedi mahkumun savunmalarını dinlemeyi reddetti. http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=213676 Düşünebiliyor musunuz, sizi bir şeyle suçluyorlar ve savunma yapmanıza bile izin vermiyorlar. Sonra bunun adına demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları diyorlar. Sonra ben çıkıp yahu kardeşim değişen hiçbir şey yok, hâlâ eski çağ kararları hüküm sürüyor deyince vay efendim olur mu öyle şey, haklarımız var, adalet var, bilim var, lan oğlum yok lan, anlayamıyor musun? Yok! Var ama yok! Sözde var. Uygulamada kişiye ve duruma göre var veya yok. Siz hiç güçlü olanın kaybettiği bir dava gördünüz mü? Güçlü olanı dava bile edemezsiniz eğer çok bariz, devlet büyüklerini sıkıntıya sokacak bir yanlış yapmıyorsa. Yapıyorsa bile bir şekilde en hafif ceza ile kurtarırlar. Sen neyin hukukundan, neyin insanlığından bahsediyorsun?

Şimdi biraz da yapılan işkencelere değinmek istiyorum. İşkence fiziksel veya ruhsal olarak yapılan genelde devletlerin, bilgi almak, itiraf ettirmek veya toplumu kontrol altına almak için göz korkutmak amacıyla uygulanan ‘şiddetli’ bir yöntem. Bu yöntem, İnsan Hakları Bildirgesinde kesin olarak ‘insan hakları ihlali’ şeklinde yorumlanmıştır. Fakat buna rağmen her üç ülkeden ikisi bu uygulamaya devam etmektedir.
Yani dünyamızın bir barışa ihtiyacı var sevgili dostlar, yeni düzen, yeni din, töbe töbe yazarken bile iğreniyorum. İşte bu New Age vs. aydınlanmış heriflerin amacı bu. Yani dünya o kadar kötü bir durumdaki, bizi ancak tek devlet düzeni kurtarabilir. Yani yazımın ortalarında belirttiğim gibi, Bush o kadar kötü yönetiyordu ki, yerine Obama geldi. Ecevit ve koalisyon o kadar kötü yönettiler ki yerine Tayyip Erdoğan geldi. Nasıl basit ve ucuz bir sistem dimi? Ama bir görebilsen bunu, ah bir görebilsen dünyayı değiştireceksin ama zor, çok zor.

İşkence yapmayacağını Cenevre Sözleşmelerinde taahhüt eden ABD, yıllar önce Irak’ta esir alınan Amerikan askerine yapılan muamelenin sözleşmeye aykırı olduğunu söylerken aynı ABD Afganistan’da, Irak’ta, Guantanamo’da yaptığı muamele için ‘onlar yasadışı savaşçılar’ açıklamasıyla ikiyüzlü, zalim siyasetini bir kez daha göstermiştir. Ve tabi sevgili Avrupa’nın sevgili cevval bürokratlarının ‘yalan’ tepkileri de işte bu şekilde ortaya çıkmıştır:
Dördüncü Cenevre Sözleşmesine göre, "Şayet ihtilâfa dahil bir Taraf kendi toprağında işbu Sözleşme ile himaye gören bir şahsın ferdî olarak devlet emniyetine zarar verecek faaliyette bulunduğundan haklı olarak şüphe etmek için ciddî sebeplere sahip olursa veya bu faaliyette bulunduğu sabit olursa bu şahıs, tatbik edildiği takdirde devletin emniyetine zarar getireceğinden işbu Sözleşme'nin bahşettiği hak ve imtiyazlar üzerinde hiçbir iddiada bulunamaz...Mamafih, bu hallerin her birinde, yukarki bentlerde zikredilen şahıslara insanî muamele yapılacak[tır]." (4. CS madde 5)
4. CS ile korunmayan başka iki grup daha vardır:
  1. Sözleşmeye bağlı olmayan bir Devletin vatandaşları Sözleşme tarafından korunmazlar.
  2. Savaşan bir devletin topraklarında bulunan, tarafsız bir devletin vatandaşları ile savaş-ortağı bir devletin vatandaşları, eline düştükleri devlet nezdinde kendi devletlerinin normal bir siyasî temsilciliği bulunduğu müddetçe, himaye görecek şahıslar olarak telakki edilmezler (madde 4). Neredeyse hemen her devletin diğer devletler nezdinde diplomatik bir tanınmışlığı bulunduğundan, çoğu tarafsız devletin vatandaşları, bir savaş bölgesinde iseler 4. Cenevre Sözleşmesi'nden hiçbir koruma bekleme hakkına sahip değillerdir.
ABD'nin Teröre Karşı Savaş 'ı gibi bir çatışmada birçok yasadışı savaşçı, ya uyruklarından dolayı bu onlara esirgendiğinden (aşağı bölümlere bakınız), ya çok tehlikeli bulunmaları nedeniyle Madde 5 uygulamaya sokulabildiğinden ya da yasal savaşçı teriminin sözlük anlamına uymadıklarından (bir Taraf'ın silahlı kuvvetlerine mensup değillerdir, üniformaları yoktur, "uzak mesafeden ayırt edilebilecek sabit bir işaret" taşımazlar), Cenevre Sözleşmelerince bahşedilen korumadan yoksun bırakılmıştır.

Yani özetle ne imiş bizim işkenceye maruz kalan insanlarımız? Yasa dışı savaşçılar! Yani ben bu adamları bin yıl daha işkence altında tutabilirim. Çünkü ben sapık ve şeytanlaşmış insanlar tarafından yönetilen bir sistemim. Haliyle bu yaptıklarım sizi korkutmamalı. Hala korkuyorsanız, merak etmeyin yakın gelecekte sizlere yeni bir şey bulduk, kapital düzenden daha geniş, daha iyi bir şey. Tek din, tek devlet! Bunu da geçenlerde pek saygıdeğer, pek kıymetli başbakanımız dile getirmişti dimi? Tesadüftür canım, ne işi olur bizim başbakanımızın zulümle, işkenceyle namazında niyazında adam hiç Müslüman kanı dökülsün ister mi? Hiç zulme uğrayan Müslüman halklara işkence edilmesine göz yumar mı?

Guantanamo’da uygulanan işkence ile ilgili gardiyan Nelly mahkumlara fiziksel ve psikolojik işkence yaptıklarını itiraf etmiştir. Al burdan bak neler anlatmış Brandon Nelly. http://fotogaleri.haberler.com/gardiyan-guantanamo-da-iskenceleri-anlatti/
Okurken bile kanı donuyor insanın, yapılır mı ulan bu diyorsunuz dimi? Ve yarın çok değil sadece yarın aynı işkencelere maruz kalabileceğinizi bir düşünün. Evet, gerçekten bunu bir kez olsun yapın. Ama tam anlamıyla! Ve yarın bu dünya öyle yaşanacak bir dünya haline gelir ki; şaşar kalırsınız. Ama bunun için önce ‘insan’ olmanız gerek. Önce işinizi, kariyerinizi, varlıklarınızı, ailelerinizi kaybetmeyi göz almanız gerek. Gerekirse ölmeyi göze almanız gerek ki o zaman bu güç sizleri yani bizleri başarıya ulaştırsın. Gizli bir örgüt veya silahlı bir örgüt değilsiniz. Sadece insan olun yeter. Sadece onurunuzla mücadele edin yeter. Ve bunu yaparken, sosyalist, kapitalist, komünist, hümanist vb. bütün sonu ist’le biten tanımlardan kurtulun. İşte size reçete, işte size çıkış yolu. Çok havada kalıyor gibi dimi? Somut değil dimi? Somut aslında, hem de size sunulan o bütün …ist’lerden daha somut. Ve bunu ancak gerçek bir ‘insan’ olduğunuzda anlayabilirsiniz.

İşkencenin tarihi çok eskilere dayanıyor. Antik Yunan’dan Orta Çağ’a ve günümüze uzanan bir yöntem. Yani en başından beri söylemeye çalıştığım gibi, hiçbir şey değişmedi. Sadece tanımları ve insanları aldatma yöntemleri değişti. Eski Yunan’da işkence yalnız köle ve yabancılara uygulanırdı. Bakın bugün de farklı değil. Roma’da ise sınırlar biraz daha genişletilmiş bir şekilde köle, yabancılar, sanıklar, şahitler ve hatta şüphelilere de uygulanırdı. Bakın günümüze sizce farklı mı? Fiziksel bir şiddet uygulanmasa bile (ki uygulandığı anlar var) psikolojik işkenceyi uygulamıyorlar mı? Guantanamo'da ezan okunurken söylenen şarkılar, namaz kılanların üzerine tutulan sular, Kuran yırtıp parçalamalar, yere atılan okun Mekke’ye kaç km. olduğunu yazan yazılar ve daha niceleri, işkence değil mi? Şimdi bunu yapan bugünün ileri demokratik, gelişmiş süper gücü Amerika değil mi? Evet, e öyleyse be adam, ne farkı var Antik Yunan’dan eski Roma’dan? Peki ya Orta Çağ Avrupası’nda durum nasıldı? Kilisenin önderliğinde kurulan Engizisyon Mahkemeleri ne tür işkenceler yapıyorlardı? İşin ilginç bir yanı da, dönemin filozoflarından Aritotales ve Bacon da bu işkenceyi güvenilir bir yöntem olarak benimsemişlerdir!

Yani demem o ki sevgili okurlarım, siz iyisi mi bunların hukuk anlayışına, süslü sözlerine falan aldanmayın. Hâlâ, ama onlar bilimde ve teknolojide ne kadar ileriler görmüyor musun? Dünyamız için nasıl da çalışıyorlar!? Sen tam bir taş kafasın diye bana veryansın ediyorsun. Dön etrafına, bak bakalım senin bugün ileri dediğin ülkelerin nasıl cani olduklarını gör! Bak, senin dünyan için çalışanların o güzel dünyayı nasıl elleriyle yok ettiklerini gör! Bak, sana demokrasi, kardeşlik, özgürlük, barış naraları atıp nasıl işkenceler yaptıklarına, masum insanları nasıl yok ettiklerine şahit ol! Ve akıllan artık. Sana sunulan bu süslü sözlerin hepsi yalan! Ve artık doğru yolu kendin bul. Bugün uzayda hayat arayanlar, bir kez Guantanamo'ya gitsinler ve gerçekten dünyada hayat var mı, ispatlasınlar.

Her birinizi sevgiyle selamlıyorum canlarım. 


11 Haziran 2012 Pazartesi

Hepimiz Uzaylıyız



Merhaba ışıksızlar. Işığınız bol olsun diyerek yazıma başlıyorum.

Henüz ilkokuldayken sınıfımızın panosunda bulunan çağ şeridine bakıp ‘öğretmenim yakın çağdan sonraki çağ ne olacak?’ diye sormuş ve ‘uzay çağı evladım’ yanıtını almıştım. Sonra bir an aklıma turist Ömer Uzayda filmi gelmişti ve korkmuştum. Uzaylıların bizi kaçırabileceğini falan düşünüyordum. Çocuktum, izlediğim bir filmden işte böyle olumsuz etkilenmiştim. Aslında olumlu gözüküyor dimi? Sonuç itibariyle ‘uzaylı vardır ve dünyamızı onlardan korumalıyız’ düşüncesiyle birlikte temkinli olmayı öğretiyorlardı çocuklara. Ne ile? Medya ile. O zamanlar sinema filmleri daha revaçtaydı, şimdiki gibi internet olmadığından dolayı, internet gazetelerinde hemen hemen her gün veya en az haftada bir kez ‘bilmem nerede ufo görüldü’ başlıklı haberler yoktu. Buna rağmen beni ve yaşıtlarımı etkilemeyi başarmışlardı. Bilemediğimiz birçok kişiyi de tabii.

Baştan söyleyeyim, uzaylı falan yok kardeşim. Öyle bir zamanı yaşıyoruz ki, uzay çağı falan değil bildiğin kıyamet çağı sanki. Her yerde ayrı bir grup var, kendince açıklamalar yapıp inandırmaya ya da inkar ettirmeye çalışıyorlar. İnandırmak isteyenler hiçbir delile dayanmadan üstelik deliller uydurarak bu konuyu ele alıyorlar. İnkar etmek isteyenler ise hiçbir delile dayanmadan inkar ediyorlar. Bir de kafası karışmış arada kalmış bir grup var. Bunlar ne inkar ediyorlar, ne kabul ediyorlar. En tehlikeli grup aslında bu son saydığım. Çünkü inandırmak isteyenlerin yalanlarına ve uydurmalarına tabi olabilir, yanlışa düşebilirler.

Bir tane hadis var, bu konuyla ilgili araştırma yaparken rastladım. Bilenleriniz hemen hadisin kimden rivayet edildiğine bakacaklar ve ne bulacaklar? Hiçbir şey!  http://www.forumalev.net/uzay/271778-hz-muhammed-s-a-v-efendimizin-isaret-ettigi-uzaylilar-mi.html  Okudunuz ve sonunda ne gördünüz? Yahudi alimleri Tevrat’ta bu bilgiye işaret eden bir ayetin olduğunu söylemişler ve peygamberimize doğru söyledin demişler. Bir taşın altından daha Yahudi çıktı gördün mü? Düşmanlık beslemiyorum elbette. Ama bunlar kadar tehlikeli bir kavim daha var mıdır orası da apayrı bir konu. Madem doğru söyledin diyorsun da neden tabi olmuyorsun? Yok, o işine gelmez dimi? Neyse devam edelim.
Kuran’da geçen bir iki ayeti ‘uzayda hayat var efendim, uzaylılar var işte kanıtı’ diye yorumlayanlar var. Allah alemlerin Rabbidir. Evet, doğrudur ama sen bu 'alemler' sözünden uzaylı olduğunu sonucunu mu çıkardın? Sadece dünya yok bu alemde, güneşi var, ayı var, venüsü var, yıldızı var, atmosferi var, stratosferi var, var anam var. Ama bir başka canlı yok kardeşim. Varsa da sen bunu gözünle göremezsin. Cinleri göremediğin gibi bu tip varlıkları (varlarsa eğer) görmeye gücün yetmez. Gökyüzünde bir cisim görüyorsun buna tanımlanamayan cisim diyorsun. Şimdi sen bunu tanımlayamadın diye bu uzaylı mı oluyo kardeşim delirtmeyin insanı. Teknoloji ölen şarkıcıların hologramını yapıp konser verdirtecek kadar gelişmişken bakınız;  http://www.youtube.com/watch?v=TGbrFmPBV0Y sen gökyüzünde gördüğün ışığı uzay mekiği la bu diye mi yorumlayacaksın? Sakın! Sakın böyle bir yanlışa düşme kardeşim. Aman derim. Uzayda hayatın varlığını ispatlamaya çalışanların üstün teknolojiyle gökyüzünde ışıklı bir cisim uçurması kadar kolay bir şey yok. Zaten nedense hep gökyüzündeler diye alay edenlere yıllar önce bakınız;

bu şekilde yanıt verdiler. Yakaladıkları uzaylıyı otopsi ederkene. Al videosunu da izle http://www.youtube.com/watch?v=SlHLlkpr0-Y

Bunlarla alay eden yazılar kaleme alındı, filmler çekildi. Ne var ki, inanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Ve ne var ki, 'ya aslında olabilir de bilmiyoruz yani' diyenlerin sayısı da artıyor. Çünkü kafaları karışmış bir durumda. Uydurma hadisler, yalan beyan veren din adamları vs. açıklamalar bu 'arada' kalan grubu olumsuz etkilemekte. Bu grupta bulunanlara sesleniyorum. Zaten uzaylıların varlığına inanların başka amaçları var. Onlarla kalkıp, uzaylı yok kardeşim bak seni aldatmışlar tartışmasına girmem. Zaten adamın amacı seni bu yalana inandırmak. Seni çıkarları uğruna kullanmak. Beyaz yaka olarak çalışanlara bir bak şöyle, yogalar, ışık kardeşliği, reenkarnasyon seminerleri vs. ne kadar saçma sapan uydurulmuş ve adına bilimsel denilmiş kirli bilgiler varsa bunları paylaşıyorlar. Gizli bir örgüt falan değiller. Bu konulara biraz meraklı bir arkadaşın seni önce bir toplantılarına götürüyor. Sonra konularında uzman beyin yıkayıcıları yavaş yavaş başlıyorlar seni işlemeye. Sende zaten sağlam temeller üzerine oturmuş bir inanç yoksa, hop bir anda onların sadık bir üyesi haline geliyorsun. Ve başlıyorsun propagandalarını yapmaya. Yok, ne imiş benim bir arkadaşımın hocası 40 gün hayvansal ürün yememiş ve bir gün dolabında cin görmüş. Bakınız; http://www.rehberim.net/forum/islam-ve-insan-216/812798-insanlar-cinleri-gorebilir-mi.html şimdi bunun gibi bir sürü bilgi kirliliği arasından doğru ve gerçek bilgiye ulaşmak zor. Hele ki günümüz dünyasında.

Bir de bunların ASHTAR SHERAN’ları var.  evrendeki çeşitli yıldız sistemlerinden gelen uzaylı grupların meydana getirdiği Galaktik Federasyona bağlı Uzay Donanmasının komutanı.  Güzel çocuk lan. Bak aynı insan gibi. Göğsünde de siyon yıldızı var komutanın. İsrail komutanı sanki pezevenk.

Bir de bu komutan bazen insanlarla iletişime geçiyor. Röportajları falan var. http://www.gnoxis.com/ashtar-sheran-den-mesajlar-27289.html dikkatlice okumanızı istediğim bir bölüm var İNSAN OLMAK başlığı altında verilmiş;

''Yöneticiler konuşuyor, halklar susuyor. Dünyada anlayamadığımız bir kayıtsızlık ve umursamazlık hüküm sürmekte, kitlelerin dikkati olumsuz şeylere çekilmekte, bu amaçla çeşitli sektörler geliştirilmektedir. Bu arada kulis arkasında çevrilen işler, döndürülen dolaplar halklardan gizli tutulmaktadır. Oynanan namussuzca bir oyundur. Tüm dünyada kokuşmanın getirdiği pis bir esinti hüküm sürmektedir. Her siyasi akım mutluluk formülünün kendinde olduğuna beşeriyeti inandırmak istiyor, bunlar yönetici sınıfların yerlerini korumalarını sağlayan yöntemlerdir. “Kendini bilmek” kimseyi ilgilendirmiyor, olumluya, iyiliğe ve insanlaşmaya doğru en ufak bir çaba harcanmıyor. Siz insan tabirinden ne anlarsınız ki? İnsan evrenin en zeki varlığıdır, siz sadece beşersiniz!
Binlerce ışık yılı uzaklıktaki uygarlıklar size yardım için Tanrısal mesajlar getiriyor, astronot ve misyonerler yolluyor, ama filozoflarınız getirdiğimiz yasaların zamane öğretmenleri tarafından icat edildiğini ileri sürüyorlar. İşte sizin teşekkür tarzınız bu! Oysa On Emir yüksek bir uygarlığa erişmiş gezegenlerdeki dinlerden gelmiştir, bu emirleri bir uzay gemisiyle getiren bizlerdik. Dünya tehlikededir ve tehlike giderek büyümektedir. İster kabul edin, ister etmeyin bizler İlahi Hiyerarşilerin elçileriyiz! Şimdi sorularınızı cevaplayabilirim.''

Ben de diyorum ne zaman gelecek bu Yahudi propagandası. Ben uzaylıyım ve bir komutanım. Göğsümde siyon yıldızı dilimde On Emir! Ulan aklı başında olanın çok affedin ama götüyle güleceği şeyler bu paylaşılanlar ama ne var ki, bunlara inananların sayısı hiç de az değil! Paylaştığım son linkteki yorumları ve ufoloji başlığı altındaki takipçilere ve yazıların izlenme sayılarına bakarsanız anlayacaksınız. Ve sadece bir forum sitesi bu. Sadece bir tane...

Bir de bunların Ekin Çemberleri diye adlandırdığı bir hikâyeleri daha var. Hani belli aralıklarla bilmem nerede bir gecede beliren şekiller başlığıyla sunulan haberler var ya ha evet onlar işte. Yıllar yıllar önce bilmediğimiz hatta duymadığımız illuminati kartları var ya işte orada göstermişler bunu. http://www.youtube.com/watch?v=iKDHZI0jvPk ahanda resmi de burda.

Zaten bu kart hikayesine de pek inanmamıştım ya neyse. Şimdi bu ekin çemberleri bir gecede oluşuyormuş. Tarlalarda, nadiren de olsa ağaçlarda ve karlı zeminde oluşabiliyormuş. Hatta ve hatta söylentilere göre geçmişi taaa 1670’e dayanıyormuş. İnsan eliyle bu çizimlerin yapılması imkânsızmış. Kesinlikle uzaylılar yapıyormuş bunları.

Bu uzaylılar manyak abi. Valla bak, sağlıklı yaratıklar değil. Kardeşim senin ne işin var bizim tarlada, tamam hadi geldin, niye çiziyosun tarlamı? Ekinleri çal, ye, talan et anlarım da bu nasıl bi medeniyet ulan, tarlama gizlice gelip şekil çiziyosun. Düşünsene hırsız evine giriyor. Duvarda asılı duran bilmem kaç bin dolarlık tablo; hırsızımız bir elinde fenerle tabloya bakarken diğer eli çenesini ovuşturmaktadır. Ve çuvalından çıkardığı tual ve fırçasıyla başlar tabloyu değiştirmeye. Sonra işi bitince basar gider. Ertesi sabah ev sahibi uyanır ve! Aman Tanrım evimizi uzaylılar istila etmiş kalk Nurten kalk hemen gazeteleri arayalım ve haberi satalım. Bak ciddi söylüyorum giricem bu işe. Tarla alıcam önce, sonra bi piç mimar arkadaşım var zaten. Çizdiricem tarlamı sonra sat haberi yerli yabancı basına, oh mis gelsin paralar. Bak bu olay biraz duyulsun Anadolu’da dediğim gibi yapılmazsa gelin suratıma sıçın.

Yazarken kendini doğrulayan da bir ben varım herhalde. Burdan http://www.haber7.com/haber/20051108/Bilimi-caresiz-birakan-cemberler.php  isteyen haberin tamamını okusun isteyen sadece '…Ve Sır Perdesini Aralayan İtiraf' bölümünden itibaren başlasın. Yazdıklarımın kanıtı olan bilgileri vermiş haberi yapan kişi. 

Bu konuyla ilgili yazmadan önce de soruyordum kendime yahu yok diyorum, varlığına kesinlikle inanmıyorum, karşıma çıksa ‘hey dünyalı korkma biz dostuz’ dese siktir ulan derim elimde taş varsa atarım belimde kemer varsa vururum sırtına (çöpçüye selam ehehe) Neden mi yok derim? Kardeşim yıllardır uzay araçları uzayda araştırma üzerine araştırma yapmıyor mu? Yapıyor. Milyonlarca görüntü kayıtları yok mu? Var. Bu ipne uzaylıların mekanı ‘uzay’ değil mi? Evet, uzay. E be gerizekalı o zaman bunları neden uzayda hiç göremedik de hep dünyada görüyoruz? Biz mi uzaylıyız lan yoksa, kafam iyice karıştı derken bir de ne göreyim, Amerikalı astronot Dr. Richard Richards (Türk olduğunu düşünüyorum Kazım Kazım’ların akrabası olabilir) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17633199.asp ahanda burda der ki; ‘33 gün uzayda kaldım uzaylı falan görmedim.’

Bak kardeşim, bu heriflerin hepsi güzel şeyler söylüyor. Sevgi, kardeşlik, insanlığın aydınlanması, bıdı bıdı. Bunların hepsi kulağa hoş geliyor dimi? Evet. Sen hiç birinden duydun mu, oraya gelicez ananızı … diye? Duymadın. Duymazsın da zaten. Çünkü seni ancak ve ancak böyle tatlı dille, maskelerin altında saklı yüzlerle kandırabilirler. He neyi kandıracaklar sen eğer salaksan ve önüne konulan her tabağı yiyorsan. Sen zaten kendini, karakterini tamamlayamamış bir yavşaksın. Senin kandırılmana gerek bile yok. Ama benim en büyük korkum gerçek anlamda sağlam karakterli insanların bu gibi sapkın yolların arayışına girmesi. İşin en acı olanı ise zaten böyle bir yolun varlığı. Benim düşünceme göre canlar, İslam tam anlamıyla, bütün hükümleriyle uygulanırsa dünya feraha kavuşur. Nasıl mı? Bak bir küçük örnek sadece. Ben bir bilim adamı veya âlim değilim. Bildiklerimi ve düşüncelerimi paylaşıyorum sadece. Katılırsın veya katılmazsın saygı duyarım. Ama kardeşim lütfen bir iki dakika dürüstçe düşün.

Yahu asırlar öncesinde krallıklar, imparatorluklar yok muydu? Vardı. Hani şu normal, sadece bir vatandaş kavramının olmadığı. En alt tabakanın ‘köle’ statüsünde olduğu. Hemen hemen hiçbir hakka hukuka sahip olmadığı bir düzen yok muydu? Vardı. Ve bu düzen ne ile yıkıldı? İnsan hakları, adalet, demokrasi, özgürlük vb. insan eliyle ortaya çıkarılmış bir sistemler bütünüyle. Bu sistemler işe yaradı mı kardeşim? Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, liberalizm vb. ne kadar …izm varsa kullanıldı ve işe yaradı mı? Hayır. Peki bir şey değişti mi? Yine hayır. Yine halk, yine en alt tabaka ‘köle’ statüsünde kalmaya devam etti. Yine zenginler güçlenmeye yine zulmetmeye devam etti. Ama bir değişiklik vardı sadece, insanlara aslında onların seçme hakları vb. bir sürü hakları olduğu inancı aşılandı. Bir iki ülkede bir iki sade vatandaş mahkeme kazandı diye sen ‘bu sistem işte en doğrusudur, bak nasıl da adil bir sistem’ der isen, senin de kafana sıçarım.

Şimdi ben bu insanların elleriyle ortaya çıkardıkları sistemlerle birlikte dünyanın sonuna gidiyorum. Nesiller tüketiyorum, doğayı tüketiyorum. Son asırda özellikle en hızlı bir şekilde yok ediyorum. Kendi ellerimle yapıyorum bunu. Şimdi desem ki ben bu dünyayı İslami kurallara göre yöneticem. Desem ki, Kuran hükümleriyle, hakla, adaletle yöneticem. Bana derler ki, sen gelirsen dünyanın sonu gelmeyecek mi? Ben de derim ki, gelecek kardeşim gelecek. Ama benim uyduğum hükümlerle yönetilirsen, zengin malının zekatını verecek, israf etmeyecek, adalet bütün kesimlere eşit ölçüde uygulanacak vs. ama sen diyeceksin ki, sen gelirsen ben ne sakalımı kesebilirim, ne bıyık bırakabilirim, ne etek giyebilirim, ne sevişebilirim, ne alkol alabilirim, ne de kötülük yapabilirim. Yok yok sen iyi bir sistem değilsin git, defol buradan. Biz şeytanlarımızla mutluyuz. Bundan dolayı da senin inancını yalanlamak için kıçımızı yırtıyoruz, milyar dolarlar harcıyoruz da uzayda hayat arıyoruz. Senin sözlerini kullandığımız ama kendi bildiğimizi okuduğumuz zalim bir sistem geliştiriyoruz. O yüzden bizden uzak dur. Biz bilim insanlarıyız, mantığa dayalı hareket ediyoruz. Bu yüzden her gün yüz binlerce çocuk ölüyor açlıktan, nükleer sızıntılardan, ortaya çıkardığımız 'sırf ilaç satmak için' yaydığımız virüslerden, terörist ataklara maruz kaldığımızdan dolayı -sırf nükleer silahlar üretilmesin- diye giriyoruz ülkelere, öldürüyoruz masum insanları. Ve üzülmüyoruz onlar için, biz dünyamızı kurtarmanın peşindeyiz. ‘’Onlara: «Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!» denildiği zaman: «Biz ancak düzelticileriz» derler.’’ (Bakara Suresi 11. Ayet)

Bunun gibi birçok delille onların karşısına dikilsen de işe yaramaz. En basitinden, herhangi bir ‘şeye’ inanmış bir yakınının düşüncelerini bile değiştiremezsin. Sen anlatırsın o dinler, o anlatır sen dinlersin. Sen kendi doğrularını söylersin o kendi doğrularını ve ta ki ölüm gelip çatıncaya dek anlaşamazsınız ve bu yüzdendir ki; ‘’Şüphe yok ki, Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyle hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.’’ (Zumer Suresi 3. Ayet)

Sonuç olarak canlar, elbette ki uyanık olun ve elbette ki önce kendinizi düzeltin, dosdoğru olun ve sonrası zaten gelecektir. Tüm bu olumsuzluklar, türlü komplo teorileri, ürkütücü masonik ritüelleri, spiritüalist yaklaşımlar, tek dünya devleti adımları vs. ne varsa insan eliyle ortaya çıkarılan, bunların hiç biri sizi ürkütmesin, sadece ve sadece Allah’a sığınmış bir kalpten daha güçlü ne olabilir ki?

‘’ Ve o halde sen Allah'a güven. Çünkü sen, apaçık hakikatin üzerindesin.’’ (Neml Suresi 79. Ayet)

Selametle canlar. dur bak bitirirken aklıma geldi. Ulan bu kadar uzaylı karşıtı yazı yazıyoruz ya, bunlar yarın öbür gün Taksim'de toplanıp protesto yürüyüşü falan da yaparlar. Hatta ele geçirdikleri dünyalı vatandaşları da 'Hepimiz Uzaylıyız' diye pankart açarlar. Olur mu olur olum Türkiye burası, haydi eyvallah ışıksızlar muccoh.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Satılmamış Abbas'ın Satılmamış Medyası



Selam güzellikler. Evet, biliyorum neden bu hafta kitap önermedin diye soruyorsunuz. Hemen söyleyeyim canlar, bilmediğiniz gibi ben çalışan biriydim. Ta ki geçtiğimiz Perşembe gününe kadar. Haliyle işten ayrılık süreci biraz yazılarımın gecikmesine neden oldu. Bir diğer yandan yazmakta olduğum kitabımla uğraşırken aynı zamanda bir çok başka iş de yapmaktayım. Haliyle tam anlamıyla yazacak durumda olmadığım zamanlarda yazmaktan kaçınıyorum. Ama şu anda öyle deli bi form tuttum ki. Abbas Güçlü’ye ve satılmamış medyasına fena giydiricem hazır olun!

Misafir odasında oturmuş kitabımı okurken kulağım Abbas Güçlü’nün Genç Bakış’ına takıldı. Konuğumuz Kemal Kılıçdaroğlu. Bilmeyenleriniz için söylememe gerek yok dimi, hani medya çalışanlarının genelinde vardır ya bu ‘halkı aptal yerine koyma’ alışkanlığı. Hani çok ünlü birini bile tanıtırken, ‘bilmeyenleriniz için söylemekte fayda var’ deyip aslında herkesin gayet iyi bildiği boktan bi bilgiyi paylaşırlar. Bu her zaman vardır onlarda. Kendilerini hep üstün görürler fakat sorarsan ‘aa olur mu hiç canım, ben neysem oyum’ gibi kendilerince iç rahatlatıcı cümleler savururlar. Medya çalışanları derken bizim kameraman Nusret Abi’den bahsetmiyorum tabiki, garibim ne bilir öğle yemeğinde Dukan Diyetine uygun yengeç bacağı yemeğini. Saldırır kuru fasulye pilava, işte aslında ne ise o olan Nusret Abi’dir.

Bunların program sunucuları falan böyle manken gibi hatunlardır. Bilgilerinden çok güzellikleri ön plandadır. Zaten görsel medya neyi kullanacak kardeşim? Tabi ki, görselliği. Habercisi haberi vermez, haberi yorumlar. Daha doğrusu habercisi haberi verir, o haberi hazırlayanlar yorumlayarak halkın önüne sunar. Tabi her yayın grubu kendi açısından bu haberi yorumlar. Şimdi ana haber bülteninde amaç haber vermek midir yoksa yorumlamak mı? Haber vermek değil mi? Ama sen hiçbir zaman o haberin sadece verildiğine şahit olamazsın. Tabi konu önemli değilse yani taraf olan bertaraf olmayacaksa, mesela şu sıralar Suriye’yle ilgili yapılan bütün haberlerde ortak bir kızıştırma çabası var. Örneğin, Suriye sınırında yangın! Alevler Türkiye’ye ulaştı! Yangına müdahale edilmiyor!!! Edilemiyor değil, dikkatli oku, edilmiyor! Kim etmiyor? Aha bu ipne! Suriye! Vay ipne Suriye seni, oğlum lan 72 saatin var bak! Ettin ettin yoksa sıkarım topuklarına! Şimdi muhtemelen yarına bu haberin manşetinde yazanı okuyamayacaksınız ama şu anda benim de söylediğim gibi ‘yangına müdahale edilmiyor’ yazıyor al bak http://gundem.milliyet.com.tr/suriye-siniri-alev-alev/gundem/gundemdetay/03.06.2012/1548823/default.htm

Hangi gazete bu? Milliyet. Hmm iyiymiş. Bir zamanlar bu sevgili satılmamış Abbas’ın yayın yaptığı satılmamış Aydın’ın yayın organıydı. Medya çoklarının sahip olamadığı bir güce sahip değil mi? Tek başına değil elbette, kiminle? İktidarla. Hangi iktidar olursa olsun ilk olarak yapılan medyayı ele geçirmektir. Nasıl? Kalkıp silah zoruyla gel lan alıcam seni olmaz. Nasıl olur? Eh anlaşarak, uzlaşarak. Çünkü bu bir danışıklı dövüştür. Bir bakıma ticarettir. Ben eğer iktidarsam yani güç bendeyse, aslında benden daha güçlü olabilecek kadar tehlikeli bir medya silahını kontrol altına alabilmeliyim. Medyanın da işine gelir bu durum. Nemalanacakları bir iktidar en sevdikleri iktidar tipidir. Mesela çok basit bir örnek, büyük takımlardan birinin teknik direktörüsünüz. Antrenmanlarınızı basına kapalı yapıyorsunuz. Hem de hepsini, dolayısıyla basın mensupları takımla ilgili doğru bilgiye erişemiyorlar. Ne yaparlar? Yalan haber! Ya da bir maç mağlup olsun takımınız, söylenmedik laf bırakmazlar. Neden? Sen git ki, yerine gelen hoca bize açsın idmanları, biz de ekmeğimize bakalım dimi ama canım anlaşmak varken şurda ne diye tartışalım. Aynen bu örnekteki gibidir siyaset-medya ilişkisi. O yüzden sevgili satılmamış Abbascığım hiç boşuna yaygara yapmasın. Anlatıcam ne olduğunu dur acele etme, daha söyleyeceklerim bitmedi.

Yıllar önce bir KanalA çalışanı çalıştığım mağazaya geldi. Ayak üstü sohbet ederken sordum;  yani dedim ‘siz şimdi demokrasiden bahsediyorsunuz, iktidarın olumsuzluklarını gösterecek bir haber yapmanıza kanalınız müsaade eder mi?’  ‘Eh kem küm şey yanie tabi biraz sıkıntı, mıkıntı …’ ıkın yavrum evet biraz daha ıkın sıçacaksın birazdan. Eee dedim yani ne?  ‘Yani şey tabi ki yapamayız bunu.’ Dedim o zaman ne diye demokrasi çığırtkanlığı yapıyorsunuz? Siz insanları aldattığınızın farkında mısınız? Üstelik bir de İslam’ı kullanarak. Adam neye uğradığını şaşırdı haliyle. Müdürümüzün arkadaşı olduğundan olsa gerek yaygara yapmadı, siz benimle böyle konuşamazsınız gibisinden. Sadece müdürüme; ‘zehir gibi oğlan bu’ dedi gülerek o kızarmış yüzüyle ayrılırken mağazadan.

Bir başka örnek daha vereceğim yine kendi gözlerimle kulaklarımla şahit olduğum bir örnek. Allah’tan yazdıklarımın arkasında durabilecek kadar samimiyim kardeşlerim. Valla bak, o şöyle demiş bu böyle demişleri dinleyip yazmıyorum, konuşmuyorum. Size de tavsiyem budur dostlar. Yanlış da olsa kendinize ait düşünceleri paylaşın insanlarla. Ve şahit olduklarınızı. Şimdi benim babamın berberi 30 lu yaşlarda böyle ajans, cast vs. işlerine meraklı bi abi. Çocuklarını da kaydettirdiği bir ajansı var zaten. Neyse, günlerden bi gün, Kanal D’de yayınlanan bu Şanslı Masa adlı programa katılacağını duyduk. Nasıl yani? O program spontane gelişmiyor muydu? Hani biz bir masaya oturuyorduk sonra onlar oraya önceden konuşlanmış oluyorlardı, ee sonra? Sonra bizi seçiyorlardı sonra oynuyorduk, para kazanıyorduk. Böyle değil miydi yani? Değildi tabi. Ta en başında izlediğimde bu işin spontane olma ihtimali olamayacağını, tabi ki anlaşmalı amatör oyuncularla bu işi yürüteceklerini söylemiştim. Zaten söylediğim her şeye önce ‘komplocu la bu’ diye bakanlar sonra ‘baba haklıymışsın yeaa’ diyo. Maalesef benim babam da bunlardan biri. Velhasıl berber abimizin katıldığı programın çekimleri falan bitmiş, abimiz iyi iş çıkarmış ve büyük ödülün sahibi olmuştu. Ve aylar aylar sonra bir Cine 5 programında canlı yayında, o programın sunucularından biri olan Orçun Kaptan’a programın sunucusu sormasın mı ki, ‘yahu bu sizin program için bi söylenti var, orada yarışanlar aslında böyle castlardan falan toplama adamlarmış’ deyu. Ve bir tiyatrocu, bir sanatçı olan Orçun Kaptan ne yanıt verir? ‘ yeaaa yok öyle bişeeey, ben bazen yarışmacılarla öyle diyaloglar yaşıyorum ki, hangi cast oyuncusuyla öyle doğaçlama bir an yaşarsınız’ Evet, cevabımız gayet net. Yok öyle bişey! Sanatçısı bu hale geldiyse, yazık bu ülkenin geleceğine. Bak yeminle söylüyorum. Çok değil 10-15 sene sonra para kazanma hırsı uğruna yapılanlar o kadar ‘sanat’ için yapılıyormuş haline gelecek ki, bu ülke kim gerçek sanatçı, kim değil ayrımını bile yapamayacak. Manken şarkıcılardan bahsetmiyorum. Onların ayrımını yapabiliyorsunuz çok şükür, bir Müzeyyen Senar’la Petek Dinçöz’ü ayırabiliyorsunuz orada sıkıntı yok. Amma velakin önemli olan nokta, oyuncularda. Şimdi sen Şener Şen’le Orçun Kaptan ayrımını yapabiliyorsun evet, ama 15 sene sonra Orçun Kaptan vb. yeni nesil tiyatrocular şimdinin Şener Şen vb. oyuncularının yerini alacak. Ve sen o zaman kıyaslayacak birini bulamayacaksın. Çünkü doğru sandığın, dürüstlüğüne inandığın oyuncun, sana ekmek parası (biraz pahalı bir ekmek parası) uğruna sana doğruyu söylemekten çekiniyor. Yıllar sonra bunlar çoğalarak devam edecekler. Yazık sana üzülüyorum güzel ülkem.

Gelelim danaya. Dananın kuyruğuna. Ve koptuğu ana. Satılmamış Abbas’ın gençlerinden biri diyor ki; ‘medya satılmış sayın Kılıçdaroğlu …’ derken Abbas müdahale ediyor;  ‘Sana söz veriyoruz işte, konuş, başkana yağ yakmayı bırak sorunu sor, eğer sen bize satılmış diyorsan sen satılmışsın’
Zavallı genç! Sen gençsin ulan! Sen nasıl bi sinmiş gençsin de satılmamış Abbas’la tartışamıyorsun! Neyse heyecanlandı abisi sakin ol demeyin bana, zehir gibi olmaları gerekir onların. Ulan onların yaşındayken adamlar ülkeyi kurtarma derdindeydiler. Canlarını kaybettiler. Fatih’ler İstanbul’u fethettiler. O çok övünerek böbürlenerek izledikleri sinemalardan da mı ibret almaz bu gençler?

Aman birader çok şey istiyosun sende deme kardeşim, biraz kaldırsınlar başlarını face’lerden,tivitlerden, porno sitelerinden, tavlalardan, okeylerden, bataklardan, karı kovalamalardan, sahte solculuk oynamaktan, vatanı milleti kahve köşelerinde kurtarmaktan. Somutlaşsınlar! Konuşabilsinler! Tartışabilsinler! Hayatlarını vatanlarına feda etsinler! Aman nasıl olsa benin babam THY çalışanı değil, benim için sıkıntı yok, face’te ileti paylaşırım, tivitlerde durumu eleştiririm, giydiririm akapeye olur biter demesinler! Çünkü böyle yapmaya devam ederlerse, bugün kurtulduklarını düşündüklerinden yarın sorumlu tutulacaklar. Yarın benim gibi bir velet çıkıp babasının karşısına ‘baba sen neden bu ülkenin düzelmesi için herhangi bir adım atmamışken, şimdi oturduğun yerden ahkam kesiyorsun’ diyecek ve sen de dişlerini sıkarak geçmişe dönmek isteyeceksin. Ama üzgünüm dostum olmayacak. Maalesef olmayacak.

Satılmamış Abbas’a ben cevap vereceğim. Ey satılmamış Abbas. Sen program yapıyorsun yıllardır üniversiteleri dolaşıyor, vekilleri, bakanları, belediye başkanlarını konuk alıyor, onları önce bi dinletiyor, sonra da çabuk çabuk öğrencilerin sorularını alıyorsun. Şimdi bu sana göre medyanın, senin satılmayan medyanın halka konuşma fırsatı vermesi, öyle mi? Evet öyle. Peki öyle olsun.
Yazımın başında ne demiştim canlar, medya çok güçlü bir silah, iktidarlar ne yaparlar bu güçle uzlaşırlar, hatta bu güç biraz can sıkıyorsa onları biraz sıkı denetlerler! Her şey yoluna girer. Bakınız Aydın Doğan ve grubu. Şimdi bu iki gücün bir ortak yanı var. Nedir o? Halka söz hakkı vermek! Evet yanlış okumadınız. Yeter söz milletin! Yaygarasını başlatırlar, sanki bu ülkeyi yönetme iradesi milletteymiş gibi. Onlara sorarlar, ne yaparlar? Sorarlar. Evet mi hayır mı? Gayet basit bi soru dimi? Sonra ne derler, millet sözünü söyledi. Ulan milletin ne derdini dinledin, ne sıkıntılarını çözdün ne bişey yaptın, sordun soruyu aldın boruyu gittin. Millete verdiğin söz hakkı bu mu? Diğer bir güç olan medya çalışanlarından satılmamış Abbas ne yapıyor? Sorun diyor! Bak! Konuşun, tartışın değil. Sorun. Siz sorun, zaten hayatı sorulara cevap vermekle meşgul olan, işinin ehli olan, usta ‘siyasetçimiz’ yanıtlasın diyor. Sonra da pişkin bir şekilde medya değil sen satılmışsın diyebiliyor. Şimdi bu programın adı neden Genç Bakış kardeşlerim? Gençlerin bakışlarıyla falan ilgilenen yok ki orada. Zaten hemen hemen her tartışma programına çıkan kelli felli adamlar var. Her yerde nasıl konuşuyorlarsa öyle konuşmaya devam ediyorlar. Bir bakıma idman yapıyorlar.

Ve bugün iktidarıyla işbirliği içerisinde olan yazarlar, haberciler, yayın yönetmenleri, sunucular ve diğer medya çalışanları, gerçeklerin gösterilmesi için hareket etmediklerinden ötürü yarın en ağır cezalarla karşılaştıklarında yanlarında kimse olmayacak. Tıpkı şu anda Silivri’de yatan birkaç iyi gazeteci arkadaşları gibi…

1 Haziran 2012 Cuma

Kürtaj Değil Montaj


Kürtaj konusu dilden dile dolaştı durdu. Ben de bir iki kelam edeceğim haliyle. Konu öyle bir anda gündeme getirildi ki, hani delinin biri kuyuya taş attı kırk akıllı baktı misali, her zaman olduğu gibi biri konuştu, sağ olsunlar don lastiği gibi konuyu uzattılar da uzattılar. Artık her birimiz en az asistan kadın doğumcu bilgisine sahibiz. Ola ki yakınlarınızdan biri doğum yapacak ve hastaneye yetişme olasılığı yoksa, normal doğumu biliyorsunuz. Bir leğen, sıcak su, ıkındırma gibi taktiklerle normal doğum yaptırabilirsiniz.

- Ama efendim olmaz, bu normal doğum anneyi öldürebilir mutlaka sezaryen yapılması gerekir.
- Hayır dedim size hayır! Normal doğum olacak! Bundan sonra herkes anasının vajinasından çıkacak!
Bunun gibi diyaloglara şahit olabilmek mümkün olacaktır yakında.

Kürtaj ilk olarak 1920'de Rusya'da resmi olarak serbest bırakılmış, ardından ne mi olmuş? Bir yılda resmi kürtaj sayısı 700,000 leri bulmuş. Yani olayın suyu çıkmış, kondom sevmeyenlerin uğrak yeri olmuş hastaneler. Bu durum ne kadar doğrudur tartışılır. Bana kalırsa da 'haklı sebep olmaksızın' yapılan kürtaj cinayettir. Doğrudur. Ne var ki benim sorum şu, bunu dile getirecek olan kişi kim? Sağlık Bakanı mı? Milletvekilleri mi? Sivil Toplum Kuruluşları mı? Kim? Tabi her zamanki gibi Başbakan. Allah başımızdan eksik etmesin öyle bilgili, efendim, öyle yetkili ki, yakında düzgün yürüyün lan itneler falan derse şaşırmam. Şimdi bu konunun gündeme geldiği an da komik. Evet evet doğru okudunuz komik. Düşündürücü falan değil. Zaten artık bu kadar basit bir gündem değiştirme oyununu düşünüyorsanız, siz düşünmeye devam edin ben sizi ararım.

Benim ülkemde gündeme konu getirme görevi de Başbakan'a ait. O kadar çalışkan insanlar işte. Halk düşünmesin, soru sormasın aman ne gerek biz onların yerine düşünüyoruz zaten, onlar sadece evet desin hata yetmez ama evet desinler yeter. Öyle bir gündem yoğunluğu var ki bu ülkenin, insanların direkt olarak sadece bir konuya yoğunlaşıp, düşünüp doğruyu bulma şansları yok. Her kafadan bir ses çıkma hadisesi bir süre sonra komik bir hale gelir.
Mesela kürtajla ilgili yapılan haber bültenleri. Hemen tabipler odasından, çeşitli doktorlardan vb. kurumlardan açıklamalar gelir. Ama bir günlüktür o açıklama. Açıklamayı yaparlar sonrası yoktur. O adamları merak ediyorum gerçekten. Nereye kayboluyorlar böyle? Sonra köşe yazarları koştur koştur yazılar döşerler. Yandaşı ayrı yazar, muhalefet gibi gözükeni ayrı yazar, dini açıdan değerlendiren hocalar ayrı yazar. Gördün mü, bir kürtaj maddesinin kırk akıllıyı nasıl peşinden sürüklediğini?
Sonra aslında gündeme getirilmesi gereken olayların; mesela yapılan zamların, mesela memurların grevlerinin, mesela grev yapan THY çalışanlarının haklarının ellerinden alınıp işten çıkarılmalarının, mesela polisin sıktığı biber gazından ölen gencin ve bunun gibi asıl gündemi oluşturan maddelerin bu kadar ucuz bir yolla kamufle edilmesini kutlarlar. Yine kandırdık o salakları deyip, perde arkasında gülerler. Benim halkım da bunların hepsini afiyetle yer.

Ve biri çıkar ve der ki, 'tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar.' Bu nasıl aşağılık bir açıklamadır. Bu nasıl Allah'tan korkmazlıktır. O her iki lafından birini inşaaaalllah diye bitiren bu münafıkların destekleyicileri! Düşünün ki, anneniz, kız kardeşiniz, teyzeniz, halanız, eşiniz, dostunuz tecavüze uğradı. Ve doğurmak zorunda kaldı. Devlet hangi sokak çocuğuna sahip çıkabilmiş de sizin çocuğunuza çıksın. Bu devlet değil mi ki, her yeni dönemde iktidara gelen, bir öncekini itin götüne sokup, onların yaptıklarının tam tersini yapan? Sen nasıl böyle bir devlete güvenip o çocuğu onlara teslim edeceksin? Kaldı ki böyle bir çocuğun doğumunun sende yaratacağı o psikolojiyle nasıl yaşayacaksın? Bu anneler hayvan mı da döllendiklerinde doğursun yeter gerisine karışmasın biz bakarız dedirteceksin? Yazıktır, ayıptır, günahtır. İnsanları 'din kisvesi' altında kandırmayın. Yapmayın, Hayy sizin üzerinize lanet eder. Ama bu durumu görüp de susanın üzerine de lanet eder.

Dünya ülkelerinde bu kürtaj uygulamasıyla ilgili bir harita. http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCrtaj


Şunu tekrar belirtmek istiyorum, geçim sıkıntısı yüzünden çocuk aldırmak günahtır, haramdır. Zevkinin sonucunda o çocuğu aldırmak da günahtır, haramdır. Ama benim kız kardeşim tecavüze uğrayacak ve doğuracak öyle mi? Yok kardeşim doğurtmam ben, cehennemin dibinde yanacağımı da bilsem o kıza bu zulmü yapmam. Ama benim halkım bu konuyu yine şöyle değerlendirecek, bak görüyor musun ne halis müslüman şu başbakan, nasıl da Kuran ayetlerini uygulatmaya çalışıyor. He güzelim he, he yavrum he tosunuma. Aynen o dediğini yapıyorlar. Sen ananın vajinasını göreceğin gün çok geç olacak ama yapacak bir şeyin olmayacak. 






29 Mayıs 2012 Salı

Tan - Biliyormusun


Merhabayın yoldaşlar, yandaşlar, candaşlar. O değil de candaş diye bi arkadaşım vardı hiç de candaş değildi. Hayır anne-baba olarak seviniyosun mutlusun nur topu gibi diyosun bi oğlum diyosun tamam eyvallah ve güzel de bi ismi olsun diyosun. E benim güzel annem güzel babam olmuyo ama. Şimdi ne umutlarla Candaş ismini verdiğin çocuk nasıl nemrut nasıl sevimsiz bi görsen. 

Bu Salı bir erkek şarkıcımızın klibini irdeleyeceğuk. Hep kadınların şarkılarını irdeliyosunuz biraz da erkekleri irdeleyin gibisinden çok eleştiri aldım. Şaka lan ne eleştirisi, ben yazıyorum ben okuyorum hatta bazen yorumları da ben yapıyorum adsız olarak. 

Evet, sevgili Tan, yaz aylarının vazgeçilmezi, genç kızlarımızın düşlediği erkek. Tan. Dur ulan sunumun sonu böyle olmamalı daha uzun olsun Taaaaaaaaan. Şimdi daha iyi sanki.

Klibin başlarında yine bir tartışma, bir kavga hakim. Balkanlardan gelen bir kavga gibi zira dişi kişisinin dudaklarından dökülen kelimeleri çözemedim. Yabancı olmalı. Hiç de araştıramam kimmiş vs. konumuz da o değil zaten. Tan o kadar soğukkanlı ve profosyonalce hareket ediyor ki, rakibini adeta çıldırtıyor. Top çizgiyi geçerse gol olur. İçimdeki Ömer Üründülü zorla çıkardım oh tamamdır, devam edebilirim. Bişeyi anlayamadım yalnız, Tan ara ara birine bakıyor gibi. 


                                                                                                       
vardır bir bildiği diyor ve kameralarımızı klibimize çevirmeye devam ediyoruz. Dünya tarihine geçecek bir adımla, bağıran, çağıran veya boş konuşan kadını nasıl susturacağını gösteren sanatçımızı kutluyorum, alınmış kaşlarından öpüyorum. Yöntemimiz mi nedir? Tabi ki, hipnoz! 

Yalnız burda da önce kendi hipnoz oluyomuş gibi durmuş ya neyse. 


Hipnoz ettikten sonra denemeye başlıyor canımız tanımız. Hipnoz edilen kişi aynı hareketleri yapmıyor olsa da yiyoruz bu hipnozu. Komik oluyo lan, bak yıllar önce halamın kızı abimi hipnoz etmek istedi. Ev kalabalık, herkes pür dikkat hipnoz anını izlemeye koyuldu. Bir iki dakika sonra abim hipnoz oldu. Tabi ben bunu yer miyim? Yemedim. Tuttum pantolonunu indirdim aşağı. Donuyla baş başa kalan abim hipnozu mu düşünsün pantolonu mu çeksin bilemezken, kahkahalar eşliğinde kızarmış bir suratla odayı terk etti. Ne kadar kötüyüm dimi? Değilim ulan asıl onlar kötü, bizi kandırıyolardı, oyunlarını bozdum. 

Neyse benim anılara girersek çıkamayız canlar ciğerler, klibe devam edelim. Tanımız hipnotize ettiği hatunu sandalyeye oturtur ve başlar şarkısını söylemeye. Biliyor musun kötü karakterler var ... 


Ulan bu nasıl bi oturmadır arkadaş. Kızım kapa o bacaklarını biliyorsun kötü karakterler var. Bundan sonra ben de böyle yapıcam, çok mu konuşuyo, getir abi köstekli saati, otur kız sen de şuraya, aç bacaklarını heeh kal öyle tamam rahatla biraz hava al ooh mis, kendine gel şimdi, evet evveet ... kestik! 

İşte hayalini kurduğum hizmetçi. Böyle hizmetçi mi olur ulan!? Son günlerde Tan'ı tanıyamıyorum açıkçası ve samimi bulmuyorum. 

Klip ilerledikçe Tan'ın gerçek niyetinin ne olduğunu kestirmek daha da güçleşiyor. Şimdi hipnotize ettiğin kadına şarkını söyleyip isyan etmeyecek miydin? Evet. Sözler öyle diyor çünkü. E sonra ne oldu? Hizmetçiyi de hipnotize etti. Hem de ayak üstü lan. Sonra başladılar dans etmeye ve işler ilerledi. Derken; 

aşkın sonuna geliyor tanımız. Sonu bu işte.

 Naferin deliganlı nesaslı biriymişsin. Kartal Tibet'i özledim lan bak o değil de aklıma geldi şu nedir ya kjasdaşlk? Biz bu filmlerle büyüdük ulan, nerde öyle hizmetçi falan en fazla bi tane zenci dadı olurdu. O'nun da göbeğini görebilmen için memelerini kaldırman gerekirdi. Ama saflık vardı  o filmlerde. Baksana en kötü adam bile takım elbiseli tıraşlı. 


Neyse biz devam edelim. Yatağa sırt üstü atlarsın ya, hani kıçına girer kopan tellerden biri. Sonra annen görmesin diye haftalarca yatağını falan sen toplarsın yorganla kapatmaya çalışırsın. Kıçını değil tabi yatağı. Tan için öyle bi durum tabiki söz konusu değil. Yatağa atlıyor tanımız, bırak kopan teli gökten kadın geliyo lan. Zenginlik böyle bişey işte kardeşim, senin hayallerinde bile göremeyeceğin bi sahne al bari izle de bi yerin şişmesin. Gerçi bi yerin şişecek orası kesin. 


Bu sahneden sonra pek dişe dokunur bişey yok dostlar. Dans ediyor sanatçı kişimiz. Zaten şu şarkı sözlerindeki isyanla edilen dansın uyumsuzluğunu anlatmaya kalksan ömür yetmez.

Klibin başında isyan eden kadın vardı ya hani hipnotize ettik, hizmetçiyle kırıştırdık falan, sonra o kadın bacaklarını açtı hani rahatladı. Sonra Tan dans etti yatağa atladı, eee? İşte sonunda görüyoruz ki meğer hepsi bir rüyaymış. Meğer kadın hipnotize edip Tan'ın ağzından laf almış. Yok lan şaka yok öyle bişey bi ara çok Ezel izlemiştim etkisinden kurtulamadım. Klibin sonunda dişi kişimiz saati ele geçirmiş aynı muameleyi şimdi Tan'a yapacak. Rol değiştirdiler sadece bilinen bi olay bu. Son dönemin en gözde fantazilerinden.


Bir şarkımızın daha sonuna geldik portakal çiçeklerim. Gün geldi ağladık, gün geldi güldük. Yağmurlu günlerde şemsiyesiz yürüdük. Hüzünlendim lan harbiden, o zaman hepinize gelsin 'gül ağacı değilem her gelene eğilem' tamam lan vurmayın bitiriyorum. 

Biliyor musun kötü traktörler var
Biliyor musun seni kötü sularlar
Biliyor musun herkes ben gibi ekmez
Biliyor musun maraba mutlu biçmez ;) 

27 Mayıs 2012 Pazar

Sen Hiç Geçmişinle Yüzleştin Mi?

Selam benim değişik okurlarım. Özlüyorum sizleri yazamadığım her an aslında aklıma küçük notlar alıyorum. Yazayım da paylaşayım diye. Seviyorum lan sizi, hadi gelin sarılayım bi. Şaka bi yana dünden bu yana feci şekilde hastayım, zor da olsa yazacak kudreti bulabildim. Haydi başlayalım öyleyse...

Sokrates! Evet evet doğru gördün Sokrates. Bu ara iyice felsefeye sarmış gibiyim ama değil canlarım. Şimdi konumuz şu ki, Sokrates abimiz yaklaşık 25 asır önce 'tanrılara saygısızlık ve gençleri yoldan çıkarma' suçlamasıyla idam edildi. Ve 25 asır sonra Yunanistan'da kurulan temsili bir mahkeme kendisini akladı. Vay anasını lan, ne demokrasi ne adalet dimi? Hani Tayyip Erdoğan, geçmişle yüzleşme konusunda düğmeye bastı da biz de 'özellikle' CHP iktidarı dönemiyle yüzleşmeye başladık ya, al işte sana yüzleşme, 25 asır aga! Adamlar yapıyor arkadaş. Kendilerine odamdan evet evet Bağcılar'da ikamet ettiğim evimin arka odasından saygılarımı sunuyorum, sifonu da çektim artık devam edebilirim.

Bir iki tane Yunan arkadaşım var, ara ara görüşüp konuşuruz uzunca bir süredir. Ve artık tek bir konumuz var 'ekonomik sıkıntı.' Şimdi sen ekonomik sıkıntılarla boğuşurken geçmişinle yüzleşip Sokrates'i akladın ya, evet kurtardın ülkeni. Komik değil mi sence de? Evet komik. E benim salak evladım, aynısını senin ülkende de yapıyolar. Aynısını 'demokratik' denilen bütün dünya ülkelerinde yapıyolar. Amerika'sı 'zenci-beyaz' çatışmasını, Fransa'sı 'sınıf ayrılıklarını', İtalya'sı 'mafyasını', Türkiye'si 'terörünü, darbelerini, etnik ayrılıklarını' ve benzeri bütün çözülememiş sorunlar diye nitelendirilen ve halkları uyutmak, kandırmak amacıyla kullanılan çok basit ve komik bi yöntemi kullanıyolar. Sen de bunu yiyosun, malesef yiyosun kardeşim. Aman düşünme sakın, düşünürsen onlar için en büyük tehlikesin, sorgularsan eyvah biterler. Bu yüzden de seni, medya ve araçlarıyla uyutmaya devam ederler. Mesela Türkiye'nin en çok okunan ulusal gazetelerinde hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde ve hatta Amerika'da yaşanan isyanlara yer vermezler. Ya da verirler ama detay vermezler. Bi kaç tane çapulcunun ortalığı karıştırması olarak sunarlar. Sen onu da yersin. Nasıl bi güven ulan bu? Babama güvenmem diyen zihniyetin şu sistemin askerlerine duyduğu bu güven nasıl bi güvendir, bilen varsa bana da söylesin.

Bunları okurken büyük bir aydınlanma yaşayacağını falan beklemiyorum. Sana anlatmaya çalıştığım basit ama senin göremediğin, gördüğün ama önemsemediğin küçük, sinsi detaylar. Evet tam gözünün önünde durmasına rağmen göremeyişine şaşırmıyorum. Çünkü gözlerini öyle kör etmişler ki, kulaklarını öyle sağır etmişler ki, kalplerini öyle katı etmişler ki, senin yaptıklarına ya da yapamadıklarına şaşırmıyorum. En basit haliyle anlatmaya çalışıyorum seni sana anlatıyorum kardeşim. Bak sana gelsem desem ki, şeytan mı Allah mı? En saçma sapan bi adam bile olsan Allah ulan bu da sorumu dersin. Ama seni yöneten şeytanlar sana bu soruyu sormazlar, sana cevabını verirler sen hangi soru gelirse gelsin aynı cevabı verirsin. Sıkıştırırlar seni bi kalıba sokarlar, dünyaya bakışını oradan yaparsın. Nedir bunlar? Sonu izm'le, ist'le biten bütün o saçma sapan kalıplar. Dayımın oğluyla sohbet ediyorum geçen hafta, bana demesin mi, ben sosyalistim. Güldüm tabi. Açıkla bana dedim sosyalizmi, bir iki bişey söyledi işte toplumculuk, eşitlik, adalet vb. zırvalar. Dedim bana diğer bütün izm'leri açıkla. Bilmek istiyorum neden Sosyalizmi seçtiğini. Aa dedi hepsini nasıl bileyim. E dedim benim güzel kardeşim, diğer seçenekleri bilmeden bu seçeneğin neyini beğendin de seçtin? Belki daha iyi seçenekler var, belki daha doğru yollar var? Kendini neden bi kalıba soktun da ordan bakıyosun dünyaya?


Evet ibretlik bi andı. Cevab veremedi. Neyi savunduğundan haberi olmayan milyonlar var işte. Hatta milyarlar diyelim. Kendilerini sınırlamışlar izm'lerle ist'lerle sonra sağda solda atıp tutuyolar bilmedikleri hakkında bildikleri şeylerle.
Kadın bana reenkarnasyon dedi ya! Bi arkadaşının karşısına biri çıkmış ve onun hakkında geçmişine yönelik bütün hikayeleri anlatmış. Hem de bunları kimsenin bilmesine olanak yokmuş! Ulan tonlarca para verip medyumlara gitmiyo musunuz! Falcılar! Yoga seansları! Bokum bokum spiritüalist toplantılar! E oralardan anlaman lazım bildiğin cinli bi herifmiş demek ki, sana geleceğinden haber veremediğine göre. Ama nasıl anlıcaksın ki sen bunu, sen kocaman beyaz yakalı bir spiritüalistsin! Hay senin kafanın tam içine sıçayım! Diğer bütün kalıplara kendilerini hapsedip tanımadığı, bilmediği kişilerin borazanlığını yapan örümcek kafalıların da içine sıçayım!

Neyse dellendim bak hasta hasta zaten ateşim var, iyice ateşimi çıkardınız lan, hadi yatıyorum ben, konuya bak Sokrates'ten girdik Harputlu İshak Efendi'den çıktık. Benim yolum da yol değil ona göre gelmeyin arkamdan ya da gelin ama burnunuzu tıkayın lakin osurmuş olabilirim eheheh...







26 Mayıs 2012 Cumartesi

Jean-Paul Sartre / Bulantı - La Nausee



Selamlar canlarım, şekerlerim, parelerim hepinizi öperek yazıma başlıyorum. Bu hafta tırtıklanmayı bekleyen kitabımız, Jean Paul Sartre’ın Bulantı’sı.

Biraz araştırma yapıldığında hemen hemen her yerde aynı yorumları bulacaksınız kitapla ilgili; varoluşçuluk. Evet kitabımızın kahramanı Antoine’in günlüklerinden derlenmiş bir kitap bu. Ve varoluşçuluk felsefesinin anlatıldığı, içerisinde ilginç anıların da bulunduğu sürükleyici bir klasik. Bir iki noktaya değinip finalde kendi yorumumla bitircem ona göre hazırlıklı olun.

Kitapta sıklıkla rastlayacağınız bir olgu ‘var olmak.’ Nedir arkadaş bu ‘var’lık ne kadar saçma yeaaa, sakin ol şampiyon gibi salak yorumlar yapanlarınız bu yazıyı bırak okumayı yakınından geçirmesin gözlerini ve hatta bloguma girmesin bile. Her boku bildiklerini sanıp aslında sıçtıkları boku bile bilmeyenlerdir onlar. Mümkün olsa da onların hepsinin suratına tükürsem. Bundan dolayı baştan söylüyorum, ben bu felsefik yaklaşıma karşıyım kaldi ki onların ispatlayamadığını ben de ispatlayamam.

Onlar akıllarını kullandıklarını öne sürerek aslında insanın varlığının bir amacı olmadığını, ortada dolaşan bütün değer ve inançların insan eliyle yaratılmış olduğunu savunuyorlar. Her şeyden önce benim Allah inancıma aykırı olan bu anlayış üzerine uzun uzun düşündüm. Araştırma yaptım diyemem çünkü bunun için senelerimi vermeliyim. Doğruyu bulmak senin sandığın kadar kolay olsaydı yani bir arkadaşımdan duydum yeaa yok böööyle bi hikâye yalan bunlar yalan gibi yaklaşsaydım zaten yazmaktan utanırdım.

Şimdi yazarımız diyor ki, insan sadece vardır. Belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan, olduktan sonra kendini nasıl yaparsa öyle olur. Evet uğurcum burada biraz duralım ve düşünelim. Evet, doğdum, kendimi bi ailede buldum. Onların telkinleriyle büyüdüm. Yani kurallar koydular, sınırlarımı belirlediler evet. Sonra bir amacım olması gerektiği söylendi ve okula gönderildim. Okuma amacım bittikten sonra çalışma amacım karşıma çıktı. Sonuç itibariyle okuma amacını seçmeyip kötü sayılabilecek yolları tercih edebilir ve kendimi kötü biri yapabilirdim. Ama ben iyi olanı seçtim. İyi mi? Peki bu yolun iyi bir yol olduğunu kim belirledi? Varoluşçuluğun şiddetle karşı çıktığı Din mi? Dini inançları kuvvetli biri için bu sözlerin hiçbir önemi yok. Çünkü o, var olan her şeyin Allah tarafından yaratıldığına ve amaçları olduğuna inanır. İspatlayamasa bile inanır. İmkânım olsaydı da sorsaydım Sartre’a peki, hangi insanlar belirledi bu sınırları? Düşüncenin ve davranışların hayatın tümünün sınırlarını insan mı belirledi? İnsan bu soruya yanıt vermekten acizken, size göre aslında siyah rengin bile siyah olmadığı onu insanın yarattığını söylerken, delili nerdedir? Binlerce soru sorabilirim ki bu sorularımın çoğunu araştıracağım kesin. Yoksa kafayı yerim, siz bişeyler öğrenin diye uğraşmıyorum, umurumda değil buradan mesaj vermek falan. Ben  yazıyorum sadece, kendim için yazıyorum. Yazdıklarımdan mesaj almak isteyen varsa alıyodur zaten. Ben şunu çok merak ediyorum, biz Adem ve Havva’dan çoğaldığımıza inanıyoruz. En azından dinlerin hepsi varoluşu bu şekilde anlatıyor. Peki var olduktan sonra, çoğalma işlemleri gerçekleştikten ve kabileler halinde dünyaya yayıldıklarında atalarımız, hangi dili konuşuyorlardı? Şimdi Adem ve Havva’nın çocukları anne ve babalarının dilini konuşuyorlarsa, onların çocukları da aynı dili konuşacaklardı. Peki ama dünyada neden farklı farklı diller var? Bu yazı biraz kitap tanıtımından çıktı farkındayım fakat kafayı yemek üzereyim, doğruyu öğrenmek istiyorum. Doğruyu bilmek için ölmem gerektiğini biliyorum. Evet çünkü inancıma göre tüm doğruları, aramızdaki tüm ihtilaf edilen hususları Allah açıklığa kavuşturacak. Çünkü kendisi Kuran’da böyle buyuruyor. Zaten bu noktadan sonra soru soramıyosun, çünkü sorduğun bu tip soruların cevaplarını alamıyosun, çünkü onu sadece Allah’ın bildiğine inanıyosun. Ama sen buna inanıyosun, diğer yanda adam uzaylı olduğunu bilmem kaçıncı boyuttan geldiğini falan söylüyo, kendince o da varoluşa bir açıklama getiriyo, tabi bi hikaye buluyo kendine göre hal böyle olunca gerçekleri öğrenip açıklama isteğiyle yanıp tutuşuyosun.  

Sartre insan sadece vardır derken, insanın aslında yalnız bir birey olduğunu diğer insanların da yalnız olduklarını vurgulamış, bu yalnızlık ona korku vermiştir. Bu noktada kendisine katıldığımı söyleyebilirim. Evet, aslında her birimiz yalnız bireyleriz. Sadece hayatlarımıza bir süreliğine insanlar veya nesneler katarak yaşantımızı sürdürüyoruz. Belli amaçlar doğrultusunda bunu yapıyoruz. Bu durumu ikiyüzlü bir yaklaşım olarak gören yazar bundan tiksinti, kendi deyimiyle bulantı duyuyor. Yani bir ilişkide bile aslında amacın sadece bedensel ihtiyaçları gidermek olduğunu fakat ‘aşk, sevgi’ gibi duygu ve anlamların yüklenerek hayvanlıktan insanlığa geçişin sağlandığını öne sürüyor. Yani aslında seni çok seviyorum, sen benim yaşama sebebimsin diyen adam iki ay sonra nasıl da öküz oldu diyosun ya, işte Sartre diyo ki, bu adam zaten öküzdü, sen de bunu biliyodun, o seni sözleriyle aldatırken sen de bile bile aldanıyordun.

Varoluşçuluk felsefesinde çevredeki her şey yargılanabilir; hatta onlara kişilik bile kazandırılabilir. Cansız varlıklarında bir ruhu olduğuna onların da bu dünyada insanların içerisinde yaşadıklarını düşünüyor ve hatta bu varlıkların insanları etkilediğini savunuyor yazarımız.

Kitapta da rastlayacağınız üzere her türlü bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma karşı çıkarlar. Onlara göre insan önce var olur, sonra özünü yarattığını dile getirir. Yani sabit ya da değişmez özsel bir doğamız yok. Gayet kendimizi istediğimiz hale getirebiliriz. Şimdi bu düşünceyi en basit anlamda değerlendirdiğimde, ne yani, felsefe yaptığın uğruna kitaplar yazıp akıl çürüttüğün konu sana var oluşu böyle mi açıklıyor diyebilirim. İnsanın kendi iradesiyle kararlar alıp uygulaması bilinmeyen bi durum veya açıklanamayan bir şey değil. Ne var ki bunu varoluşunun temeli olarak sunmak, bana gerçekleri bilmeyen insanın çırpınışı olarak geliyo.
Bana kalırsa insanın varoluşuna kafa yorana kadar, tiksinti duyduğu konu üzerine araştırma yapsaydı gerçekten çok şeyler değişirdi. Yani insanın kaypaklığı üzerine bir yazıdan söz ediyorum. Evet, büyük bir kaypaklık, yalnız kalmaktan korkan bizler, çıkarlarımız doğrultusunda ilişkiler kurarız ve sürdürürüz veya bitiririz. Ama bizler, evrende bulunan birçok şeye kendimiz anlam vermişiz. Şimdi bu düşüncenin arkasından biraz tartışmak gerek. Yani yazarımız bize dinler de dahi bütün kâinatın yaratıcısının insan olduğunu mu göstermek istiyor? Evet, yani insan evrimleşerek, bugünkü çağa kadar geldi öyle mi? Peki o zaman şunu sorucam islamiyetle birlikte o çağ ve sonraki tüm çağlar için açıklayıcı bir kitap olan Kuran varken, sen bilim insanlarını yakmıyor muydun? Nasıl bi evrim lan bu, bi türlü insan olamıyoruz, hadi hepsini geçtim bilgi ve teknoloji çağının zirvelerindeyiz artık, bunca savaş, zulüm, açlık, kötülük neden hala var? Varoluşçu felsefeniz batsın bana bunları açıklayın. Ve bu evrendeki ahlaki kuralların da insanlar tarafından yaratıldığını savunurlar. Öyleyse bu evreni yaratan bi yaratıcı falan yok, biz yarattık bu evreni ya da kendi kendimize olduk nesneler gibi. Bu düşünceyi benimsememe olanak yok maalesef. Diyorum ya ben bi düşünür vs. biri değilim, aha senin gibi bi insanım, evet varım, düşüncelerimle varım, ilkelerimle varım, yaptıklarımla varım. Bunları yaparken de bir amacım var. Katil bile olsam cinayetimin bir amacı var. Amaçsız değilim.

Bizim ülke insanına ağır gelebilecek bi kitap, şimdi niye küçümsüyosun sen bizi tribine girmeyin, siz de benim kadar iyi biliyosunuz araştırmayı ve düşünmeyi sevmediğinizi. Aslında sevmemek demeyelim buna, çünkü düşünmeye vaktiniz yok. Öyle güzel düzenlenmiş ki bu oyun,  sizler görevlerinizi belirleyip rolün en iyisini oynamaya çalışıyosunuz. Bundan dolayıdır ki, ülkemde felsefe düşünürler pek rağbet görmüyor. Nerde bi aldatmalı aşk hikâyesi var, nerde bi terörle ilgili dizi veya tartışma programı var böyle yüksek ses tonlu hani kimsenin kimseyi dinlemediği sadece konuşan ağızlar var ya işte o programlar. Haliyle bana ne kardeşim var olmak da neymiş, işte geldik gidiyoruz, sen de düşünme çok, sonra kafayı yersin falan dersiniz. Zaten en meşhur insan yaklaşımıdır, hakkında bilgisi olmadığı halde fikir yürütür ve bundan utanmaz bile, içten içe yahu ben konuşuyorum da bildiğim bişey yok, ama boşver nasılsa anlamıyolar konuş gitsin en azından biliyo sanırlar.

Canlarım fazla uzatmadan bitiriyorum. Kitabı okumanızı ve biraz olsun araştırmanızı tavsiye ediyorum. İnşallah benim toplumum düşünen bir toplum olur. Her ne kadar olumsuz örnek görsem de, yine de bir umut besliyorum işte. Kocaman öpüldünüz şekerler… 

22 Mayıs 2012 Salı

Tuğba Ekinci - Yalan mı?


Evet, sevgili tomurcuklarım bu hafta son derece ağır bir vaka ile karşı karşıyayız. Kendisi, çok sevdiğimiz canımız bitanemiz Tuğba Ekinci. Hemen kısaca öz geçmişini yazayım, kendisi hemşire bir anne ve inşaat mühendisi bir babanın kızıdır. Osman Sınav keşfetmiş kendisini, yok keşke etmez olaydı diyenleriniz var demeyin yazıktır kız kendi halinde sanatını icra ediyo, bırakın etsin. Magazinsel bi kişilik, gafları, sivri dilleri vesaireleriyle gündeme gelmeyi başarabiliyor, benden daha meşhur olduğu kesin, öyleyse bir alkışı hak ediyor ve alkışlar arasında klipimizi irdelemeye başlıyoruz…

Yalan mı he yalan mı Allah belanı versin senin devril yıkıl defol, çaldın kalbimi, şimdi yalnız bıraktın, artık nah girersin bu kapıdan içeri vb. formatında bir şarkı. Çok iyi bildiğimiz gibi, Hadise, Demet Akalın, Hande Yener vb. şarkıcılarımızın albümlerinin en değerli parçaları oluyo bu formatta yaptıkları şarkılar. Altyapıda dıptıs ve yukarıda sıraladığım sözcüklerden oluşan bir lirik ve bolca dans, yarı çıplak böyle donlu monlu, heeh işte tam ağzımıza layık.

Fazla uzatmadan klipe başlayalım canlarım. Klipin hemen başında sönmüş mumun yanma sahnesi var. Bu da klasiklerden biridir, birçok klipte kırılan bardakların tekrar birleştiğine şahit olmuşsunuzdur bu da onlardan biri. Şimdi bu ne anlama geliyor açıklıyım. Hani yeni bi televizyon alırsın da tüm özelliklerini kurcalarsın ya, sonra bulduğun değişik özellikleri hani o normal televizyonlarda olmayan özellikleri misafirler gelince hava olsun diye gösterirsin. İşte bu da yönetmenin havasıdır. Almış eline oyuncağını bi ileri bi geri yapıyo ama nafile yer miyim ben bunu? Yemem elbette canına okucam onun dur daha sen yeni başlıyorum.
Ağır ağır ilerledikçe, anlamsız görüntüler gelicek karşınıza, kütüphane, priz ve fiş, şalter, alüminyum folyoya sarılmış suratlar, bir adet banyo fıskiyesi, 00:19’da durdurunca net olarak görebileceğiniz bir  küçük putçuk ve sonrasında tek gözü kapatılmış bir yüz, aklı sıra illuminatiye selam çakıyo, bi de yetmezmiş gibi damalı zeminde uzanmış kameraya seksi bakış atıyo. Sikko’yu okuduktan sonra damalı zeminin ne anlama geldiğini açıklamaya gerek yok herhalde. Tabi bunun da bokunu çıkardık, tek göz arar olduk her tarafta, hadi diyelim gördün o gözü napıcaksın kardeşim. Salak mısın sen? Bu adamlar sembolleri yüzyıllardır kullanıyolar, şimdi göstermek istedikleri için senin gözüne sokuyolar. Bunun bile bi amacı var onlar için, öyle her eşeğin önüne yem koymaz bu herifler. O zaman aç gözünü sen de geri zekalı kardeşim bırak göz möz aramayı, kendin uyanıksan yanındakini de uyandır harekete geçeceğin anı bekle. Neyse klipimize tekrar dönelim. Tuğba’nın sesi ne kadar da değişmiş dimi, huzur veriyo lan insana. Sözlerin ahenginden hiç bahsetmiyorum bile. İnce ince örülmüş bir ağ sanki. Benim anlayamadığım bi şey var, bu şarkıyı söylerken niye oranı buranı elliyosun arkadaşım, yerde kıçı dışarı çıkarıp kıvranmalar niye? Sanırım acıdan kıvranıyo, evet evet kesinlikle acıdan dolayı böyle dudaklara dokunmalar, yarı çıplak, ıslak saçlarla şarkı söylemeler. Ulan insan ünlü olmaya görsün acısı bile başka.

00:23’te tezgahın üstünde ne yapıyosun kızım sen? Burnunu karıştırmak için harika bi yer olmalı. Sonrasında klozette görünüyor sanatçımız. Mutfak tezgahı, klozet, merakla bekliyoruz sonra ne gelicek diye, derken yine yerde görünüyor kendisi. Ve sonra 00:55 de ağzına bişey götüyüro ne olduğunu göremiyoruz. 1:06’da yalan mı hadi söyle derken ayakların pozisyon değiştirmesi harikulade olmuş. Sevgiliye atılan bir depik bu. Hadi söyle derken de Trakya şivesine dikkat! Adi söyle diyo. Kendisi Kars’lı olduğuna göre terk eden sevgili Trakyalı olabilir. 1:35’de pencere önüne tünemiş sevgili Tuğba, ne yapıyosun orda güzelim in aşağı bak düşeceksin dememize rağmen bizi dinlemiyo haklı olarak, ben ne tezgahlarda, ne klozetlerde dans ettim, pencereden mi korkcam diye serzeniyor. 1:37’deki o parmakla yaptığı tetiği çekme hareketini şarkının öyle bir anına getiriyo ki, müzikle vuruyo eski sevgiliyi, vıyuk vıyuk vıyuk.
Nasıl bir saç varsa artık, ıslak ve jöle içinde, kızımız klip boyunca saçları toparlayamadı. Nerden tutsa olmuyo, bi sağa alıyo olmuyo, bi sola alıyo olmuyo, bi de öyle seksi ki! Bak bildiğin korktum, anlıyo musun? Öyle bi bakıyo ki kameraya, ciddi söylüyorum aynı odada bana bu şekilde baksın kaçıncı kat olduğu önemli değil direk atlarım pencereden.

Temizliğe önem verdiği kesin sanatçımızın. 2:04 de mutfak tezgahını nasıl sildiğine şahit oluyoruz. Ah zavallı annem bulamadı böyle bi yöntem, yıllardır kollarım tutmuyo artık der durur. Anacım bileydi ayakla silineceğini aynı Tuğba gibi yapardı. Üstelik bi estetiği falan olurdu. Ne öyle saçlar aslan yelesi gibi kabarmış, kıçında çamaşır suyuna bulanmış tuman, elde bez ovala dur tezgâhı.
2:09 da ‘olur da bigün özlersin ya’ derken aldığı pozisyona bi anlam veremedim. Neyi özler acaba? Düşünsene eski sevgilinle karşılaştın bi yerde, bir iki konuştunuz sonra arkanı dönüp ‘sen duur sen özlersin beni’ dersen adam ne anlar? Dur kız afişe etme neyi özlicemi falan der herhalde. Sevgili Tuğba, ‘dönersin ya’ derken yaptığın olta taklidin için şunu söylemeliyim. Birinin dönmesini tarif etmek istiyosan olta kullanmazsın, oltayı balık tutmak için kullanmalısın, hadi diyelim ‘sazan’ demek istiyosun birine, yakaladım seni demek istiyosun, o zaman yine oltayı kullanabilirsin.

2:37’de durdursana bi, korkmuyo musunuz lan? Bak ciddi anlamda korkunç yahu. Bak 2:44’de nasıl silmiş hain adam. Evet, patron buyurdu bilmem ne kayıtlarını alıp odama gelin lütfen, aaa sildim bütün kayıtları derken Tuğba’nın hareketini yapın. Emin olun işe yarar.
Peki o 2:53’deki dönüşe ne demeli? Töbe yarabbim, sakat desen değil, çirkin desen değil, bi insan kendine niye zulmeder böyle anlamak güç dimi, ama ediyolar işte. Bu arada yerleri silmeye başladı, derin temizlik var, bayram öncesi olabilir. Annem de her bayram öncesinde aaa dip bucak temizlik yapıcam ayakaltında dolanmayın falan der. Sonra da kollarım ay oram ay buram ay öldüm diye ağlar durur. Artık bu derde son, alıcam eve bi tane kadın, giydircem benim kazaklardan birini, atıcam yere kıvransın dursun, kıvrıla kıvrıla temizleticem tüm köşeleri. Bi tane annem var ulan, yazık değil mi kadına.

3:07 de neyi ölçüyo olabilir acaba diye düşünmeyin. Muhtemelen saç teli geldi eline ona bakıyodu. Malum bütün bir klip boyunca saçlar bi o yana bi bu yana dolandı durdu, gayet normal. 

Veeeee işte bittiğim nokta! 4:15’te hani o seksi kadınların dudaklarını öne çıkarıp yanaklarına parmak koyma sahneleri var ya! İşte seksi kızımızın dramı! Yapamıyo! Hahah parmak kayıyo ki zaten o sahneyi hemen geçmişler muhtemelen yönetmen bitse de kurtulsam artık dedi.
En sonunda koltukta buluyoruz sevgili Tuğbamızı, sen bütün bir klip, tezgahlarda yerlerde klozetlerde sürün, pencere önüne tüne, en sonunda koltuğa otur. Sürünerek buralara mı geldim demek istiyor anlayamadım. Olabilir muhtemeldir. Sonuçta bi yerlere gelebilmek, bi koltuğa oturabilmek için bazı sıkıntıları yaşaman gerekebiliyo. Bu camia da böyle işte, pencere önüne tünetiyo, tezgahları yarı çıplak temizletiyo. İşte işin mutfağından gelmek kavramı da buradan çıkmış zaten. Hani bazı tiyatrocular murfaktan gelme diyolar ya, şimdi daha net anladım. Teşekkürler Tuğba, sayende çok şeyler öğrendik. Bizlere ızdırap dolu şey pardon keyif dolu anlar yaşattın.


Sen hiç şarkı yapamazdın ya
Sen ünlü bile olamazdın ya
Ama oldu bi kere, yalan mı?
Yalan mı hadi söyle, bi şekilde ünlü oldun
Yalan mı hadi söyle, sevgilim ;)