12 Mart 2013 Salı

İki Yüz


Bir sabah evi terk etmeye karar verdim. Artık birilerini üzeceğim korkusunu yenmek istiyordum. Hayatımda bir kez olsun dilediğimi yapmak istedim ve yaptım. Sonunda ne olacağını düşünmek veya nelerle karşılaşacağım endişesi yoktu. Sadece ve sadece mümkün olduğu kadar uzaklaşma isteği vardı içimde. 

Gün boyunca yürüdüm. Köprüde balık tutanlar, onları fotoğraflayan turistler, birbirinden habersiz insanların koşturmacası, araçlar, en çabuk nasıl ulaşırım telaşında ve ben tüm bunları izliyorum. Ben herkesin farkındayım fakat kimse benim farkımda değil. Ne acı. Sanki görünmezim onlara. Anlıyorum onları, neden böyle davrandıklarını. Ben onlardan değilim çünkü. 

Akşam olunca balık tutanlara, turistlere ve diğerlerine eşlik etmeyeceğim. Çünkü beni davet etmeyecekler. Ben de davet edilmediğim yere gitmem zaten. Sahi onlardan biri neden beni davet etmiyor sofrasına? Yoksa sadece statüye göre mi değerlendiriyorlar insanı? Fakat ben her ne kadar onların gözünde bir 'hiç' olsam da insanım. Onlar gibiyim yani, aynı organlara, duyulara sahibiz. Onların sofrasına otursam havlamam veya kişnemem, onlar gibi gülebilirim veya konuşabilirim. Bana böyle davranmalarına şaşırıyorum açıkçası. Hem onlar değil mi her fırsatta karşısındakilere 'şirin' gözükmek için bizlere acıyan? Veya duyarlıymış gibi davranan? Onlar değil mi bizden birinin acı çektiğini görünce yüzlerine o acıyan ifadeyi takınan? Hay Allah ne kadar da ilginçler. Oysa onlara sorulduğunda kendi hayatlarını yaşadıklarını söyler ve mağrur bir görüntüye bürünürler. Fakat onlar birbirlerinden daha güzel, daha zengin, daha başarılı, daha güçlü olmanın mücadelesi içindeler. 
Onların kendi hayatlarını yaşamadıklarını nereden mi biliyorum? Sahip oldukları ne varsa terk etmelerini iste ve terk etsinler. Bu imkansız. Bari elinde olan iyi şeyleri paylaşmasını iste ve versinler. Bu da imkansız. Onlardan bazıları sadece artık kullanmadığı şeyleri seninle paylaşabilir. Yani özetle bu ''çöp kutusuna gideceğine sana vereyim canım'' demektir. Eh fena değiliz en azından bir çöp kutusundan daha değerliyiz. 

Tüm bunları biliyor olmak canımı çok sıktı. Balık tutanların yanında korkulukların üzerine çıktım. Araçlar yavaşça durdu. Turistler dehşet ve heyecanla fotoğraflamaya devam ettiler. Bulunmaz bir nimettim çünkü, ülkelerine döndüklerinde anlatılacak ilginç bir anı olacaktım. Balık tutanlar oltalarını çekip bana doğru yaklaştılar. Ve diğerleri de yaklaştı. Kollarımı iki yana açıp onları izliyordum. Brezilya'daki İsa heykeli gibi hissettim kendimi. Konuşmaya başladılar, hem kendi aralarında hem benimle. Dinledim onları, her şeyi duydum. 
- ''Vah vah kim bilir ne derdi var zavallının'' diyen teyzeyi,
- ''Ay atlasa da heyecan olsa bari'' diyen liseli kızları,
- ''Bence atlamayacak lan şerefsiz oyalıyor bizi'' diyen ağır ağabeyi,
- ''Yapma evladım kıyma canına'' diyen yaşlı amcayı. 
Hepsini duydum. Onlara kendilerini benim gözümden anlattım. Dehşete kapıldılar. Korkudan gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Bir an önce beni susturmak ister gibiydiler. Oysa ben sadece iki yüzlülerin yüzlerini karşılaştırdım. Onların yapamadıklarını yaptım. Onlara her şeye rağmen iyilik ettim. Fakat onlar benden kaçtılar. Bir kaç dakika önce beni kurtarmaya çalışanlar hep birlikte beni aşağı ittiler. 

Öldüğümü ertesi gün aynı yere gittiğimde anladım. Ben yokmuşum gibi davranmaya devam ettiklerinde...










Hiç yorum yok: