29 Mayıs 2012 Salı

Tan - Biliyormusun


Merhabayın yoldaşlar, yandaşlar, candaşlar. O değil de candaş diye bi arkadaşım vardı hiç de candaş değildi. Hayır anne-baba olarak seviniyosun mutlusun nur topu gibi diyosun bi oğlum diyosun tamam eyvallah ve güzel de bi ismi olsun diyosun. E benim güzel annem güzel babam olmuyo ama. Şimdi ne umutlarla Candaş ismini verdiğin çocuk nasıl nemrut nasıl sevimsiz bi görsen. 

Bu Salı bir erkek şarkıcımızın klibini irdeleyeceğuk. Hep kadınların şarkılarını irdeliyosunuz biraz da erkekleri irdeleyin gibisinden çok eleştiri aldım. Şaka lan ne eleştirisi, ben yazıyorum ben okuyorum hatta bazen yorumları da ben yapıyorum adsız olarak. 

Evet, sevgili Tan, yaz aylarının vazgeçilmezi, genç kızlarımızın düşlediği erkek. Tan. Dur ulan sunumun sonu böyle olmamalı daha uzun olsun Taaaaaaaaan. Şimdi daha iyi sanki.

Klibin başlarında yine bir tartışma, bir kavga hakim. Balkanlardan gelen bir kavga gibi zira dişi kişisinin dudaklarından dökülen kelimeleri çözemedim. Yabancı olmalı. Hiç de araştıramam kimmiş vs. konumuz da o değil zaten. Tan o kadar soğukkanlı ve profosyonalce hareket ediyor ki, rakibini adeta çıldırtıyor. Top çizgiyi geçerse gol olur. İçimdeki Ömer Üründülü zorla çıkardım oh tamamdır, devam edebilirim. Bişeyi anlayamadım yalnız, Tan ara ara birine bakıyor gibi. 


                                                                                                       
vardır bir bildiği diyor ve kameralarımızı klibimize çevirmeye devam ediyoruz. Dünya tarihine geçecek bir adımla, bağıran, çağıran veya boş konuşan kadını nasıl susturacağını gösteren sanatçımızı kutluyorum, alınmış kaşlarından öpüyorum. Yöntemimiz mi nedir? Tabi ki, hipnoz! 

Yalnız burda da önce kendi hipnoz oluyomuş gibi durmuş ya neyse. 


Hipnoz ettikten sonra denemeye başlıyor canımız tanımız. Hipnoz edilen kişi aynı hareketleri yapmıyor olsa da yiyoruz bu hipnozu. Komik oluyo lan, bak yıllar önce halamın kızı abimi hipnoz etmek istedi. Ev kalabalık, herkes pür dikkat hipnoz anını izlemeye koyuldu. Bir iki dakika sonra abim hipnoz oldu. Tabi ben bunu yer miyim? Yemedim. Tuttum pantolonunu indirdim aşağı. Donuyla baş başa kalan abim hipnozu mu düşünsün pantolonu mu çeksin bilemezken, kahkahalar eşliğinde kızarmış bir suratla odayı terk etti. Ne kadar kötüyüm dimi? Değilim ulan asıl onlar kötü, bizi kandırıyolardı, oyunlarını bozdum. 

Neyse benim anılara girersek çıkamayız canlar ciğerler, klibe devam edelim. Tanımız hipnotize ettiği hatunu sandalyeye oturtur ve başlar şarkısını söylemeye. Biliyor musun kötü karakterler var ... 


Ulan bu nasıl bi oturmadır arkadaş. Kızım kapa o bacaklarını biliyorsun kötü karakterler var. Bundan sonra ben de böyle yapıcam, çok mu konuşuyo, getir abi köstekli saati, otur kız sen de şuraya, aç bacaklarını heeh kal öyle tamam rahatla biraz hava al ooh mis, kendine gel şimdi, evet evveet ... kestik! 

İşte hayalini kurduğum hizmetçi. Böyle hizmetçi mi olur ulan!? Son günlerde Tan'ı tanıyamıyorum açıkçası ve samimi bulmuyorum. 

Klip ilerledikçe Tan'ın gerçek niyetinin ne olduğunu kestirmek daha da güçleşiyor. Şimdi hipnotize ettiğin kadına şarkını söyleyip isyan etmeyecek miydin? Evet. Sözler öyle diyor çünkü. E sonra ne oldu? Hizmetçiyi de hipnotize etti. Hem de ayak üstü lan. Sonra başladılar dans etmeye ve işler ilerledi. Derken; 

aşkın sonuna geliyor tanımız. Sonu bu işte.

 Naferin deliganlı nesaslı biriymişsin. Kartal Tibet'i özledim lan bak o değil de aklıma geldi şu nedir ya kjasdaşlk? Biz bu filmlerle büyüdük ulan, nerde öyle hizmetçi falan en fazla bi tane zenci dadı olurdu. O'nun da göbeğini görebilmen için memelerini kaldırman gerekirdi. Ama saflık vardı  o filmlerde. Baksana en kötü adam bile takım elbiseli tıraşlı. 


Neyse biz devam edelim. Yatağa sırt üstü atlarsın ya, hani kıçına girer kopan tellerden biri. Sonra annen görmesin diye haftalarca yatağını falan sen toplarsın yorganla kapatmaya çalışırsın. Kıçını değil tabi yatağı. Tan için öyle bi durum tabiki söz konusu değil. Yatağa atlıyor tanımız, bırak kopan teli gökten kadın geliyo lan. Zenginlik böyle bişey işte kardeşim, senin hayallerinde bile göremeyeceğin bi sahne al bari izle de bi yerin şişmesin. Gerçi bi yerin şişecek orası kesin. 


Bu sahneden sonra pek dişe dokunur bişey yok dostlar. Dans ediyor sanatçı kişimiz. Zaten şu şarkı sözlerindeki isyanla edilen dansın uyumsuzluğunu anlatmaya kalksan ömür yetmez.

Klibin başında isyan eden kadın vardı ya hani hipnotize ettik, hizmetçiyle kırıştırdık falan, sonra o kadın bacaklarını açtı hani rahatladı. Sonra Tan dans etti yatağa atladı, eee? İşte sonunda görüyoruz ki meğer hepsi bir rüyaymış. Meğer kadın hipnotize edip Tan'ın ağzından laf almış. Yok lan şaka yok öyle bişey bi ara çok Ezel izlemiştim etkisinden kurtulamadım. Klibin sonunda dişi kişimiz saati ele geçirmiş aynı muameleyi şimdi Tan'a yapacak. Rol değiştirdiler sadece bilinen bi olay bu. Son dönemin en gözde fantazilerinden.


Bir şarkımızın daha sonuna geldik portakal çiçeklerim. Gün geldi ağladık, gün geldi güldük. Yağmurlu günlerde şemsiyesiz yürüdük. Hüzünlendim lan harbiden, o zaman hepinize gelsin 'gül ağacı değilem her gelene eğilem' tamam lan vurmayın bitiriyorum. 

Biliyor musun kötü traktörler var
Biliyor musun seni kötü sularlar
Biliyor musun herkes ben gibi ekmez
Biliyor musun maraba mutlu biçmez ;) 

27 Mayıs 2012 Pazar

Sen Hiç Geçmişinle Yüzleştin Mi?

Selam benim değişik okurlarım. Özlüyorum sizleri yazamadığım her an aslında aklıma küçük notlar alıyorum. Yazayım da paylaşayım diye. Seviyorum lan sizi, hadi gelin sarılayım bi. Şaka bi yana dünden bu yana feci şekilde hastayım, zor da olsa yazacak kudreti bulabildim. Haydi başlayalım öyleyse...

Sokrates! Evet evet doğru gördün Sokrates. Bu ara iyice felsefeye sarmış gibiyim ama değil canlarım. Şimdi konumuz şu ki, Sokrates abimiz yaklaşık 25 asır önce 'tanrılara saygısızlık ve gençleri yoldan çıkarma' suçlamasıyla idam edildi. Ve 25 asır sonra Yunanistan'da kurulan temsili bir mahkeme kendisini akladı. Vay anasını lan, ne demokrasi ne adalet dimi? Hani Tayyip Erdoğan, geçmişle yüzleşme konusunda düğmeye bastı da biz de 'özellikle' CHP iktidarı dönemiyle yüzleşmeye başladık ya, al işte sana yüzleşme, 25 asır aga! Adamlar yapıyor arkadaş. Kendilerine odamdan evet evet Bağcılar'da ikamet ettiğim evimin arka odasından saygılarımı sunuyorum, sifonu da çektim artık devam edebilirim.

Bir iki tane Yunan arkadaşım var, ara ara görüşüp konuşuruz uzunca bir süredir. Ve artık tek bir konumuz var 'ekonomik sıkıntı.' Şimdi sen ekonomik sıkıntılarla boğuşurken geçmişinle yüzleşip Sokrates'i akladın ya, evet kurtardın ülkeni. Komik değil mi sence de? Evet komik. E benim salak evladım, aynısını senin ülkende de yapıyolar. Aynısını 'demokratik' denilen bütün dünya ülkelerinde yapıyolar. Amerika'sı 'zenci-beyaz' çatışmasını, Fransa'sı 'sınıf ayrılıklarını', İtalya'sı 'mafyasını', Türkiye'si 'terörünü, darbelerini, etnik ayrılıklarını' ve benzeri bütün çözülememiş sorunlar diye nitelendirilen ve halkları uyutmak, kandırmak amacıyla kullanılan çok basit ve komik bi yöntemi kullanıyolar. Sen de bunu yiyosun, malesef yiyosun kardeşim. Aman düşünme sakın, düşünürsen onlar için en büyük tehlikesin, sorgularsan eyvah biterler. Bu yüzden de seni, medya ve araçlarıyla uyutmaya devam ederler. Mesela Türkiye'nin en çok okunan ulusal gazetelerinde hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde ve hatta Amerika'da yaşanan isyanlara yer vermezler. Ya da verirler ama detay vermezler. Bi kaç tane çapulcunun ortalığı karıştırması olarak sunarlar. Sen onu da yersin. Nasıl bi güven ulan bu? Babama güvenmem diyen zihniyetin şu sistemin askerlerine duyduğu bu güven nasıl bi güvendir, bilen varsa bana da söylesin.

Bunları okurken büyük bir aydınlanma yaşayacağını falan beklemiyorum. Sana anlatmaya çalıştığım basit ama senin göremediğin, gördüğün ama önemsemediğin küçük, sinsi detaylar. Evet tam gözünün önünde durmasına rağmen göremeyişine şaşırmıyorum. Çünkü gözlerini öyle kör etmişler ki, kulaklarını öyle sağır etmişler ki, kalplerini öyle katı etmişler ki, senin yaptıklarına ya da yapamadıklarına şaşırmıyorum. En basit haliyle anlatmaya çalışıyorum seni sana anlatıyorum kardeşim. Bak sana gelsem desem ki, şeytan mı Allah mı? En saçma sapan bi adam bile olsan Allah ulan bu da sorumu dersin. Ama seni yöneten şeytanlar sana bu soruyu sormazlar, sana cevabını verirler sen hangi soru gelirse gelsin aynı cevabı verirsin. Sıkıştırırlar seni bi kalıba sokarlar, dünyaya bakışını oradan yaparsın. Nedir bunlar? Sonu izm'le, ist'le biten bütün o saçma sapan kalıplar. Dayımın oğluyla sohbet ediyorum geçen hafta, bana demesin mi, ben sosyalistim. Güldüm tabi. Açıkla bana dedim sosyalizmi, bir iki bişey söyledi işte toplumculuk, eşitlik, adalet vb. zırvalar. Dedim bana diğer bütün izm'leri açıkla. Bilmek istiyorum neden Sosyalizmi seçtiğini. Aa dedi hepsini nasıl bileyim. E dedim benim güzel kardeşim, diğer seçenekleri bilmeden bu seçeneğin neyini beğendin de seçtin? Belki daha iyi seçenekler var, belki daha doğru yollar var? Kendini neden bi kalıba soktun da ordan bakıyosun dünyaya?


Evet ibretlik bi andı. Cevab veremedi. Neyi savunduğundan haberi olmayan milyonlar var işte. Hatta milyarlar diyelim. Kendilerini sınırlamışlar izm'lerle ist'lerle sonra sağda solda atıp tutuyolar bilmedikleri hakkında bildikleri şeylerle.
Kadın bana reenkarnasyon dedi ya! Bi arkadaşının karşısına biri çıkmış ve onun hakkında geçmişine yönelik bütün hikayeleri anlatmış. Hem de bunları kimsenin bilmesine olanak yokmuş! Ulan tonlarca para verip medyumlara gitmiyo musunuz! Falcılar! Yoga seansları! Bokum bokum spiritüalist toplantılar! E oralardan anlaman lazım bildiğin cinli bi herifmiş demek ki, sana geleceğinden haber veremediğine göre. Ama nasıl anlıcaksın ki sen bunu, sen kocaman beyaz yakalı bir spiritüalistsin! Hay senin kafanın tam içine sıçayım! Diğer bütün kalıplara kendilerini hapsedip tanımadığı, bilmediği kişilerin borazanlığını yapan örümcek kafalıların da içine sıçayım!

Neyse dellendim bak hasta hasta zaten ateşim var, iyice ateşimi çıkardınız lan, hadi yatıyorum ben, konuya bak Sokrates'ten girdik Harputlu İshak Efendi'den çıktık. Benim yolum da yol değil ona göre gelmeyin arkamdan ya da gelin ama burnunuzu tıkayın lakin osurmuş olabilirim eheheh...







26 Mayıs 2012 Cumartesi

Jean-Paul Sartre / Bulantı - La Nausee



Selamlar canlarım, şekerlerim, parelerim hepinizi öperek yazıma başlıyorum. Bu hafta tırtıklanmayı bekleyen kitabımız, Jean Paul Sartre’ın Bulantı’sı.

Biraz araştırma yapıldığında hemen hemen her yerde aynı yorumları bulacaksınız kitapla ilgili; varoluşçuluk. Evet kitabımızın kahramanı Antoine’in günlüklerinden derlenmiş bir kitap bu. Ve varoluşçuluk felsefesinin anlatıldığı, içerisinde ilginç anıların da bulunduğu sürükleyici bir klasik. Bir iki noktaya değinip finalde kendi yorumumla bitircem ona göre hazırlıklı olun.

Kitapta sıklıkla rastlayacağınız bir olgu ‘var olmak.’ Nedir arkadaş bu ‘var’lık ne kadar saçma yeaaa, sakin ol şampiyon gibi salak yorumlar yapanlarınız bu yazıyı bırak okumayı yakınından geçirmesin gözlerini ve hatta bloguma girmesin bile. Her boku bildiklerini sanıp aslında sıçtıkları boku bile bilmeyenlerdir onlar. Mümkün olsa da onların hepsinin suratına tükürsem. Bundan dolayı baştan söylüyorum, ben bu felsefik yaklaşıma karşıyım kaldi ki onların ispatlayamadığını ben de ispatlayamam.

Onlar akıllarını kullandıklarını öne sürerek aslında insanın varlığının bir amacı olmadığını, ortada dolaşan bütün değer ve inançların insan eliyle yaratılmış olduğunu savunuyorlar. Her şeyden önce benim Allah inancıma aykırı olan bu anlayış üzerine uzun uzun düşündüm. Araştırma yaptım diyemem çünkü bunun için senelerimi vermeliyim. Doğruyu bulmak senin sandığın kadar kolay olsaydı yani bir arkadaşımdan duydum yeaa yok böööyle bi hikâye yalan bunlar yalan gibi yaklaşsaydım zaten yazmaktan utanırdım.

Şimdi yazarımız diyor ki, insan sadece vardır. Belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan, olduktan sonra kendini nasıl yaparsa öyle olur. Evet uğurcum burada biraz duralım ve düşünelim. Evet, doğdum, kendimi bi ailede buldum. Onların telkinleriyle büyüdüm. Yani kurallar koydular, sınırlarımı belirlediler evet. Sonra bir amacım olması gerektiği söylendi ve okula gönderildim. Okuma amacım bittikten sonra çalışma amacım karşıma çıktı. Sonuç itibariyle okuma amacını seçmeyip kötü sayılabilecek yolları tercih edebilir ve kendimi kötü biri yapabilirdim. Ama ben iyi olanı seçtim. İyi mi? Peki bu yolun iyi bir yol olduğunu kim belirledi? Varoluşçuluğun şiddetle karşı çıktığı Din mi? Dini inançları kuvvetli biri için bu sözlerin hiçbir önemi yok. Çünkü o, var olan her şeyin Allah tarafından yaratıldığına ve amaçları olduğuna inanır. İspatlayamasa bile inanır. İmkânım olsaydı da sorsaydım Sartre’a peki, hangi insanlar belirledi bu sınırları? Düşüncenin ve davranışların hayatın tümünün sınırlarını insan mı belirledi? İnsan bu soruya yanıt vermekten acizken, size göre aslında siyah rengin bile siyah olmadığı onu insanın yarattığını söylerken, delili nerdedir? Binlerce soru sorabilirim ki bu sorularımın çoğunu araştıracağım kesin. Yoksa kafayı yerim, siz bişeyler öğrenin diye uğraşmıyorum, umurumda değil buradan mesaj vermek falan. Ben  yazıyorum sadece, kendim için yazıyorum. Yazdıklarımdan mesaj almak isteyen varsa alıyodur zaten. Ben şunu çok merak ediyorum, biz Adem ve Havva’dan çoğaldığımıza inanıyoruz. En azından dinlerin hepsi varoluşu bu şekilde anlatıyor. Peki var olduktan sonra, çoğalma işlemleri gerçekleştikten ve kabileler halinde dünyaya yayıldıklarında atalarımız, hangi dili konuşuyorlardı? Şimdi Adem ve Havva’nın çocukları anne ve babalarının dilini konuşuyorlarsa, onların çocukları da aynı dili konuşacaklardı. Peki ama dünyada neden farklı farklı diller var? Bu yazı biraz kitap tanıtımından çıktı farkındayım fakat kafayı yemek üzereyim, doğruyu öğrenmek istiyorum. Doğruyu bilmek için ölmem gerektiğini biliyorum. Evet çünkü inancıma göre tüm doğruları, aramızdaki tüm ihtilaf edilen hususları Allah açıklığa kavuşturacak. Çünkü kendisi Kuran’da böyle buyuruyor. Zaten bu noktadan sonra soru soramıyosun, çünkü sorduğun bu tip soruların cevaplarını alamıyosun, çünkü onu sadece Allah’ın bildiğine inanıyosun. Ama sen buna inanıyosun, diğer yanda adam uzaylı olduğunu bilmem kaçıncı boyuttan geldiğini falan söylüyo, kendince o da varoluşa bir açıklama getiriyo, tabi bi hikaye buluyo kendine göre hal böyle olunca gerçekleri öğrenip açıklama isteğiyle yanıp tutuşuyosun.  

Sartre insan sadece vardır derken, insanın aslında yalnız bir birey olduğunu diğer insanların da yalnız olduklarını vurgulamış, bu yalnızlık ona korku vermiştir. Bu noktada kendisine katıldığımı söyleyebilirim. Evet, aslında her birimiz yalnız bireyleriz. Sadece hayatlarımıza bir süreliğine insanlar veya nesneler katarak yaşantımızı sürdürüyoruz. Belli amaçlar doğrultusunda bunu yapıyoruz. Bu durumu ikiyüzlü bir yaklaşım olarak gören yazar bundan tiksinti, kendi deyimiyle bulantı duyuyor. Yani bir ilişkide bile aslında amacın sadece bedensel ihtiyaçları gidermek olduğunu fakat ‘aşk, sevgi’ gibi duygu ve anlamların yüklenerek hayvanlıktan insanlığa geçişin sağlandığını öne sürüyor. Yani aslında seni çok seviyorum, sen benim yaşama sebebimsin diyen adam iki ay sonra nasıl da öküz oldu diyosun ya, işte Sartre diyo ki, bu adam zaten öküzdü, sen de bunu biliyodun, o seni sözleriyle aldatırken sen de bile bile aldanıyordun.

Varoluşçuluk felsefesinde çevredeki her şey yargılanabilir; hatta onlara kişilik bile kazandırılabilir. Cansız varlıklarında bir ruhu olduğuna onların da bu dünyada insanların içerisinde yaşadıklarını düşünüyor ve hatta bu varlıkların insanları etkilediğini savunuyor yazarımız.

Kitapta da rastlayacağınız üzere her türlü bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma karşı çıkarlar. Onlara göre insan önce var olur, sonra özünü yarattığını dile getirir. Yani sabit ya da değişmez özsel bir doğamız yok. Gayet kendimizi istediğimiz hale getirebiliriz. Şimdi bu düşünceyi en basit anlamda değerlendirdiğimde, ne yani, felsefe yaptığın uğruna kitaplar yazıp akıl çürüttüğün konu sana var oluşu böyle mi açıklıyor diyebilirim. İnsanın kendi iradesiyle kararlar alıp uygulaması bilinmeyen bi durum veya açıklanamayan bir şey değil. Ne var ki bunu varoluşunun temeli olarak sunmak, bana gerçekleri bilmeyen insanın çırpınışı olarak geliyo.
Bana kalırsa insanın varoluşuna kafa yorana kadar, tiksinti duyduğu konu üzerine araştırma yapsaydı gerçekten çok şeyler değişirdi. Yani insanın kaypaklığı üzerine bir yazıdan söz ediyorum. Evet, büyük bir kaypaklık, yalnız kalmaktan korkan bizler, çıkarlarımız doğrultusunda ilişkiler kurarız ve sürdürürüz veya bitiririz. Ama bizler, evrende bulunan birçok şeye kendimiz anlam vermişiz. Şimdi bu düşüncenin arkasından biraz tartışmak gerek. Yani yazarımız bize dinler de dahi bütün kâinatın yaratıcısının insan olduğunu mu göstermek istiyor? Evet, yani insan evrimleşerek, bugünkü çağa kadar geldi öyle mi? Peki o zaman şunu sorucam islamiyetle birlikte o çağ ve sonraki tüm çağlar için açıklayıcı bir kitap olan Kuran varken, sen bilim insanlarını yakmıyor muydun? Nasıl bi evrim lan bu, bi türlü insan olamıyoruz, hadi hepsini geçtim bilgi ve teknoloji çağının zirvelerindeyiz artık, bunca savaş, zulüm, açlık, kötülük neden hala var? Varoluşçu felsefeniz batsın bana bunları açıklayın. Ve bu evrendeki ahlaki kuralların da insanlar tarafından yaratıldığını savunurlar. Öyleyse bu evreni yaratan bi yaratıcı falan yok, biz yarattık bu evreni ya da kendi kendimize olduk nesneler gibi. Bu düşünceyi benimsememe olanak yok maalesef. Diyorum ya ben bi düşünür vs. biri değilim, aha senin gibi bi insanım, evet varım, düşüncelerimle varım, ilkelerimle varım, yaptıklarımla varım. Bunları yaparken de bir amacım var. Katil bile olsam cinayetimin bir amacı var. Amaçsız değilim.

Bizim ülke insanına ağır gelebilecek bi kitap, şimdi niye küçümsüyosun sen bizi tribine girmeyin, siz de benim kadar iyi biliyosunuz araştırmayı ve düşünmeyi sevmediğinizi. Aslında sevmemek demeyelim buna, çünkü düşünmeye vaktiniz yok. Öyle güzel düzenlenmiş ki bu oyun,  sizler görevlerinizi belirleyip rolün en iyisini oynamaya çalışıyosunuz. Bundan dolayıdır ki, ülkemde felsefe düşünürler pek rağbet görmüyor. Nerde bi aldatmalı aşk hikâyesi var, nerde bi terörle ilgili dizi veya tartışma programı var böyle yüksek ses tonlu hani kimsenin kimseyi dinlemediği sadece konuşan ağızlar var ya işte o programlar. Haliyle bana ne kardeşim var olmak da neymiş, işte geldik gidiyoruz, sen de düşünme çok, sonra kafayı yersin falan dersiniz. Zaten en meşhur insan yaklaşımıdır, hakkında bilgisi olmadığı halde fikir yürütür ve bundan utanmaz bile, içten içe yahu ben konuşuyorum da bildiğim bişey yok, ama boşver nasılsa anlamıyolar konuş gitsin en azından biliyo sanırlar.

Canlarım fazla uzatmadan bitiriyorum. Kitabı okumanızı ve biraz olsun araştırmanızı tavsiye ediyorum. İnşallah benim toplumum düşünen bir toplum olur. Her ne kadar olumsuz örnek görsem de, yine de bir umut besliyorum işte. Kocaman öpüldünüz şekerler… 

22 Mayıs 2012 Salı

Tuğba Ekinci - Yalan mı?


Evet, sevgili tomurcuklarım bu hafta son derece ağır bir vaka ile karşı karşıyayız. Kendisi, çok sevdiğimiz canımız bitanemiz Tuğba Ekinci. Hemen kısaca öz geçmişini yazayım, kendisi hemşire bir anne ve inşaat mühendisi bir babanın kızıdır. Osman Sınav keşfetmiş kendisini, yok keşke etmez olaydı diyenleriniz var demeyin yazıktır kız kendi halinde sanatını icra ediyo, bırakın etsin. Magazinsel bi kişilik, gafları, sivri dilleri vesaireleriyle gündeme gelmeyi başarabiliyor, benden daha meşhur olduğu kesin, öyleyse bir alkışı hak ediyor ve alkışlar arasında klipimizi irdelemeye başlıyoruz…

Yalan mı he yalan mı Allah belanı versin senin devril yıkıl defol, çaldın kalbimi, şimdi yalnız bıraktın, artık nah girersin bu kapıdan içeri vb. formatında bir şarkı. Çok iyi bildiğimiz gibi, Hadise, Demet Akalın, Hande Yener vb. şarkıcılarımızın albümlerinin en değerli parçaları oluyo bu formatta yaptıkları şarkılar. Altyapıda dıptıs ve yukarıda sıraladığım sözcüklerden oluşan bir lirik ve bolca dans, yarı çıplak böyle donlu monlu, heeh işte tam ağzımıza layık.

Fazla uzatmadan klipe başlayalım canlarım. Klipin hemen başında sönmüş mumun yanma sahnesi var. Bu da klasiklerden biridir, birçok klipte kırılan bardakların tekrar birleştiğine şahit olmuşsunuzdur bu da onlardan biri. Şimdi bu ne anlama geliyor açıklıyım. Hani yeni bi televizyon alırsın da tüm özelliklerini kurcalarsın ya, sonra bulduğun değişik özellikleri hani o normal televizyonlarda olmayan özellikleri misafirler gelince hava olsun diye gösterirsin. İşte bu da yönetmenin havasıdır. Almış eline oyuncağını bi ileri bi geri yapıyo ama nafile yer miyim ben bunu? Yemem elbette canına okucam onun dur daha sen yeni başlıyorum.
Ağır ağır ilerledikçe, anlamsız görüntüler gelicek karşınıza, kütüphane, priz ve fiş, şalter, alüminyum folyoya sarılmış suratlar, bir adet banyo fıskiyesi, 00:19’da durdurunca net olarak görebileceğiniz bir  küçük putçuk ve sonrasında tek gözü kapatılmış bir yüz, aklı sıra illuminatiye selam çakıyo, bi de yetmezmiş gibi damalı zeminde uzanmış kameraya seksi bakış atıyo. Sikko’yu okuduktan sonra damalı zeminin ne anlama geldiğini açıklamaya gerek yok herhalde. Tabi bunun da bokunu çıkardık, tek göz arar olduk her tarafta, hadi diyelim gördün o gözü napıcaksın kardeşim. Salak mısın sen? Bu adamlar sembolleri yüzyıllardır kullanıyolar, şimdi göstermek istedikleri için senin gözüne sokuyolar. Bunun bile bi amacı var onlar için, öyle her eşeğin önüne yem koymaz bu herifler. O zaman aç gözünü sen de geri zekalı kardeşim bırak göz möz aramayı, kendin uyanıksan yanındakini de uyandır harekete geçeceğin anı bekle. Neyse klipimize tekrar dönelim. Tuğba’nın sesi ne kadar da değişmiş dimi, huzur veriyo lan insana. Sözlerin ahenginden hiç bahsetmiyorum bile. İnce ince örülmüş bir ağ sanki. Benim anlayamadığım bi şey var, bu şarkıyı söylerken niye oranı buranı elliyosun arkadaşım, yerde kıçı dışarı çıkarıp kıvranmalar niye? Sanırım acıdan kıvranıyo, evet evet kesinlikle acıdan dolayı böyle dudaklara dokunmalar, yarı çıplak, ıslak saçlarla şarkı söylemeler. Ulan insan ünlü olmaya görsün acısı bile başka.

00:23’te tezgahın üstünde ne yapıyosun kızım sen? Burnunu karıştırmak için harika bi yer olmalı. Sonrasında klozette görünüyor sanatçımız. Mutfak tezgahı, klozet, merakla bekliyoruz sonra ne gelicek diye, derken yine yerde görünüyor kendisi. Ve sonra 00:55 de ağzına bişey götüyüro ne olduğunu göremiyoruz. 1:06’da yalan mı hadi söyle derken ayakların pozisyon değiştirmesi harikulade olmuş. Sevgiliye atılan bir depik bu. Hadi söyle derken de Trakya şivesine dikkat! Adi söyle diyo. Kendisi Kars’lı olduğuna göre terk eden sevgili Trakyalı olabilir. 1:35’de pencere önüne tünemiş sevgili Tuğba, ne yapıyosun orda güzelim in aşağı bak düşeceksin dememize rağmen bizi dinlemiyo haklı olarak, ben ne tezgahlarda, ne klozetlerde dans ettim, pencereden mi korkcam diye serzeniyor. 1:37’deki o parmakla yaptığı tetiği çekme hareketini şarkının öyle bir anına getiriyo ki, müzikle vuruyo eski sevgiliyi, vıyuk vıyuk vıyuk.
Nasıl bir saç varsa artık, ıslak ve jöle içinde, kızımız klip boyunca saçları toparlayamadı. Nerden tutsa olmuyo, bi sağa alıyo olmuyo, bi sola alıyo olmuyo, bi de öyle seksi ki! Bak bildiğin korktum, anlıyo musun? Öyle bi bakıyo ki kameraya, ciddi söylüyorum aynı odada bana bu şekilde baksın kaçıncı kat olduğu önemli değil direk atlarım pencereden.

Temizliğe önem verdiği kesin sanatçımızın. 2:04 de mutfak tezgahını nasıl sildiğine şahit oluyoruz. Ah zavallı annem bulamadı böyle bi yöntem, yıllardır kollarım tutmuyo artık der durur. Anacım bileydi ayakla silineceğini aynı Tuğba gibi yapardı. Üstelik bi estetiği falan olurdu. Ne öyle saçlar aslan yelesi gibi kabarmış, kıçında çamaşır suyuna bulanmış tuman, elde bez ovala dur tezgâhı.
2:09 da ‘olur da bigün özlersin ya’ derken aldığı pozisyona bi anlam veremedim. Neyi özler acaba? Düşünsene eski sevgilinle karşılaştın bi yerde, bir iki konuştunuz sonra arkanı dönüp ‘sen duur sen özlersin beni’ dersen adam ne anlar? Dur kız afişe etme neyi özlicemi falan der herhalde. Sevgili Tuğba, ‘dönersin ya’ derken yaptığın olta taklidin için şunu söylemeliyim. Birinin dönmesini tarif etmek istiyosan olta kullanmazsın, oltayı balık tutmak için kullanmalısın, hadi diyelim ‘sazan’ demek istiyosun birine, yakaladım seni demek istiyosun, o zaman yine oltayı kullanabilirsin.

2:37’de durdursana bi, korkmuyo musunuz lan? Bak ciddi anlamda korkunç yahu. Bak 2:44’de nasıl silmiş hain adam. Evet, patron buyurdu bilmem ne kayıtlarını alıp odama gelin lütfen, aaa sildim bütün kayıtları derken Tuğba’nın hareketini yapın. Emin olun işe yarar.
Peki o 2:53’deki dönüşe ne demeli? Töbe yarabbim, sakat desen değil, çirkin desen değil, bi insan kendine niye zulmeder böyle anlamak güç dimi, ama ediyolar işte. Bu arada yerleri silmeye başladı, derin temizlik var, bayram öncesi olabilir. Annem de her bayram öncesinde aaa dip bucak temizlik yapıcam ayakaltında dolanmayın falan der. Sonra da kollarım ay oram ay buram ay öldüm diye ağlar durur. Artık bu derde son, alıcam eve bi tane kadın, giydircem benim kazaklardan birini, atıcam yere kıvransın dursun, kıvrıla kıvrıla temizleticem tüm köşeleri. Bi tane annem var ulan, yazık değil mi kadına.

3:07 de neyi ölçüyo olabilir acaba diye düşünmeyin. Muhtemelen saç teli geldi eline ona bakıyodu. Malum bütün bir klip boyunca saçlar bi o yana bi bu yana dolandı durdu, gayet normal. 

Veeeee işte bittiğim nokta! 4:15’te hani o seksi kadınların dudaklarını öne çıkarıp yanaklarına parmak koyma sahneleri var ya! İşte seksi kızımızın dramı! Yapamıyo! Hahah parmak kayıyo ki zaten o sahneyi hemen geçmişler muhtemelen yönetmen bitse de kurtulsam artık dedi.
En sonunda koltukta buluyoruz sevgili Tuğbamızı, sen bütün bir klip, tezgahlarda yerlerde klozetlerde sürün, pencere önüne tüne, en sonunda koltuğa otur. Sürünerek buralara mı geldim demek istiyor anlayamadım. Olabilir muhtemeldir. Sonuçta bi yerlere gelebilmek, bi koltuğa oturabilmek için bazı sıkıntıları yaşaman gerekebiliyo. Bu camia da böyle işte, pencere önüne tünetiyo, tezgahları yarı çıplak temizletiyo. İşte işin mutfağından gelmek kavramı da buradan çıkmış zaten. Hani bazı tiyatrocular murfaktan gelme diyolar ya, şimdi daha net anladım. Teşekkürler Tuğba, sayende çok şeyler öğrendik. Bizlere ızdırap dolu şey pardon keyif dolu anlar yaşattın.


Sen hiç şarkı yapamazdın ya
Sen ünlü bile olamazdın ya
Ama oldu bi kere, yalan mı?
Yalan mı hadi söyle, bi şekilde ünlü oldun
Yalan mı hadi söyle, sevgilim ;) 

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Anlamak


Uykusuz geçen bilmem kaçıncı gece. Sesler yok olmuş, sessizlik konuşmakta, işte böyle bir anda duydum beni çağıran sessizliğin sesini...

Bir karanlık tünel, soğuk, demir gibi sert. Ne bir ışık var ufukta beliren ne bir ses. Ayaklarımın altındaki suyun bile sesi yok, canlı izi yok, akan suyun yönü yok. Yardım istemek geldi içimden, belki biri duyar sesimi diye düşündüm, fakat umutsuzluk kapladı içimi birden sustum. En iyisi yürümek, evet yürümeliyim, bir yön seçmeliyim önce yüzümün baktığı yöne mi gitmeli, yoksa sırtımın baktığı yöne mi, kendimi hangi halde bulduysam öyle gitmeliyim, bu şekilde durmamın bir anlamı olmalı. Evet karar verdim, önümü görmeden yürüyorum artık. Bir sonraki adımı atarken temkinliyim, yerin altında bir yer daha vardır belki düşüncesi içimi ürpertti, sanki hala düşmemişim gibi. Sanki hala buradan çıkacakmışım gibi, umutsuzluk içinde gizli umut. Çaresizlik içinde aranan çare. Tuhaf şey, oysa ben tümüyle kaybetmiştim her şeyi, yoksa hala bir umut parçası mı var içimde gizlediğim? Peki ama neyi umut ediyorum? Buradan çıkacak olmayı mı? Hem çıksam nereye çıkacağım ki? Orası daha mı iyi sanki? Bilmiyorum, bilmiyorum, onlarca düşünce değil miydi zaten bana kendimi kaybettiren. Evet onlardı, şimdi yine başladılar sorular sormaya, kaç kişi var benden başka bu bedende? Kaç tane ruha sahibim?
Soğuk iyice hissettirmeye başladı kendini. Kollarımı ısıtmak için ellerimi kullanıyorum, evet, bir aşağı bir yukarı, ellerim de soğuk, nefes gerek, nefesim soğumuş, korkuyorum. Karanlıkta yürümek ne kadar da zormuş diye düşünüyorum. Adımlarım hızlanıyor, sanırım artık düşme korkusunu atlattım, koşmaya başlıyorum. Evet, artık koşuyorum, korkusuzca. Demek çaresizliğin doğurduğu kurtuluş ümidi korkusuzluğa neden oluyormuş. Karanlıkta yeni bir şey öğrendim. Nefesim hızlandı, koşmak iyi geldi, ısındım. Ellerimde soğuyan ter sıcak nefesimle ısındı.

Yürümeye devam. Hala bir ses, bir hayat belirtisi yok. Zaman da yok yön de yok. Anlam veremiyorum tüm bu olup bitenlere, buraya gelmeden önce neredeydim ben diye bir soru sordu içimdekilerden biri. Evet, bunu hiç düşünmemiştim, eğer nerede olduğumu bulabilirsem, neden burada olduğumu da anlayabilirim. Peki ama neden hatırlamıyorum nerede olduğumu? Geçmiş de mi yok? Bir rüya hali mi bu yoksa diye düşünüyorum. Evet evet bir rüya olmalı bu, uyanınca çıkacağım bu karanlık, soğuk tünelden. Peki ya uyanamazsam? Yine cevapsız sorular, yine o içimi kemiren düşünceler, durdum. Biraz dinlenmeliyim, bu karanlıktan aydınlığa çıkacak bir yol bulmalıyım. Yürümekten başka bir yol yokken ben durdum. Ama yürümeye başladığımdan beri durmuyordum neden hala bir çıkış yolu bulamadım? Çünkü henüz yeteri kadar yürümedim. Yeteri kadar mı? Evet, yeteri kadar. Zamanı buldum. Evet, mutluyum zamanı buldum. Demek, tünelden çıkmak için yeteri kadar yürümeliysem, o süreç içerisinde yaşadıklarım zamanı oluşturacak. Sonra ben tünelden çıktığımda arkama dönüp o yürüdüğüm mesafeye zaman diyeceğim. Zamanın başlangıcını biliyorum artık. Ve sonuna doğru yürüyorum. Peki ama bu yürüyüş mantıklı mı? Bu yolun sonuna doğru yürüyorsam, bu yol bitince ben de bitmiş olacağım. Yani tünelden çıkmak beni bitirecek. Gördün mü? Oysa ben o ışığı kurtuluş sanmıştım, meğer beni bekleyen şey, canıma kast eden bir sonmuş.

Yürümeliyim, ne olursa olsun yürümeliyim. Burada durup beklemektense, sonuma yürümeliyim. Belki yeni bir başlangıç bekliyordur beni. Belki daha aydınlıktır orası ve ses vardır, hayat vardır. Düşünceler. Beni bu yolda yürüten düşünceler. Bir hayal dünyası, bir umut. Varlığından bile emin olmadığım bir ışığın hayali beni yürüten. İnancı buldum. Evet inanmak. Bir varlığa inanmak. Artık daha güçlü hissediyorum kendimi. Evet artık eminim, bu tünelden çıkacağım ve bu benim sonum olsa bile yeni bir başlangıcı olacak, olmalı. Bu yürüyüşün bir anlamı olmalı.

Uzunca bir süredir yürüdüğüm kesin. Ancak tünelden çıkınca anlayabileceğim ne kadar süredir yürüdüğümü. Bir ses duyar gibiyim. Bir işaret var evet, beni çağıran bir ışık gördüm. Mutluyum, sonumun gelmesine seviniyorum. Ya da yeni başlangıca. Adımlarım hızlandı. Bütün sorularıma bir cevap alabilme umudu var içimde. Artık ne sonumun gelmesi umurumda ne yeni bir başlangıç. Tünelin sonundayım artık. Beni çağıran sessizliğin sesine uyup yürüdüğüm yolun sonundayım. Fakat bir anlamı yok, evet bir anlam veremiyorum, başladığım yerden geldiğim yere kadar yaşadıklarımın bir anlamı yok. Ben, bana ait olmayan bir güçle kendimi bir noktada buldum. Sonra yürümeye karar verdim, kendi irademle. Sonra uzunca bir süre yürümeye devam ettim. Sonra yol bitti.
Peki ya şimdi? Şimdi sorularımın cevaplarını alma vakti, beni başladığım noktaya getiren iradenin cevaplarından gerçek anlamı anlama vakti...



İyi bir hafta geçirmeniz dileğiyle, sevgiyle kalın, esenle kalın, kimle isterseniz onla kalın sevgili okurlarım















19 Mayıs 2012 Cumartesi

Onur Yılmaz


Bugün 19 Mayıs, bugün gençliğe armağan edilen bir bayram. Ve bugün aldığı haberle yıkılan ben. Vefa Spor'dan takım arkadaşım, futbolcu kardeşim, Onur Yılmaz'ın ölüm haberiydi beni yıkan. Gencecik, pırıl pırıl biriydi Onur. Üstelik oldukça yetenekliydi. Ve bir tartışma sırasında bıçaklanarak hayatını kaybetti.
Şimdi soruyorum sana Mustafa Kemal Atatürk, sen mi hatalısın 'ümidim gençliktedir' dediğin için yoksa bizler mi hatalıyız seni dinlemediğimiz için.
Kur-an mı hatalı 'Kim bir mümini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır.' (Nisa Suresi 93.ayet) böyle buyurduğu için, yoksa bizler mi hatalıyız ona uymadığımız için. Elbette bizler hatalıyız, bu acılar her gün her ailede yaşanmaya devam ederken, bizler sadece yakınlarımıza gelmesini bekliyoruz. Hiç bir adım atmıyoruz düzelmesi için, sadece söylenip duruyoruz. Bize dokunmadı ne de olsa, aman boşver ses etme başın belaya girmesin diyoruz müdahale etmek isteyenlere. Sokaklarda ellerinde bıçaklar, kemerlerinde silah var! Devlet sorunu çözmüyor, çözemiyor. Vatandaş korkak, çaresiz, güçsüz bekliyor sadece başına gelecekleri. Görmezlikten geliyorlar etrafta olup bitenleri. Gencecik kardeşlerim öldürülüyorlar bir hiç uğruna. Benim vicdanım rahat değil, ızdırap çekiyorum bu dünyada, uyuyamıyorum, düzeltmek istediğim şeylerin hiç birini düzeltemiyorum. Yalnızım, kime dert anlatsam, kimden destek istesem 'sen mi değiştireceksin, böyle gelmiş böyle gider' diyorlar. Böyle gelen şey senin de başına geldiğinde ne yapacaksın a akılsız adam? Ama yok sen bunu düşünemezsin, sana dokunmayan yılanlar yaşasınlar diledikleri gibi.

Onur'umuzu kaybettik dostlarım, onurumuzu kaybettik. Kusura bakmasın kimse, ben böyle gençliğin bayramını kutlamam. Böyle müslümanın da canı cehenneme. Yapılanlara karşı susanlar da suçu işleyenler kadar suçlu bana göre. Bu yazıyı okuyanlar biraz olsun cesaretlenir de o zalimlere karşı gelir mi? Gelmez elbette, bu gece cumartesi gecesi, daha Taksim'e çıkıcaz 'karı düşürcez' sonra onları marifet gibi anlatıcaz, kusana dek içicez, ertesi gün dünyanın en kudretli adamı gibi hissedicez, acizliğimizin yerine. Hayatları küçücük bir delik etrafında dönen 'gençliğe' yazıklar olsun. Yazıklar olsun ki toplumdan, hayatın gerçeklerinden bu kadar uzaktalar, bu kadar uzaklaştırıldılar.

Sana gelince Onur kardeşim, sen adam gibi adamdın, bu dünyaya fazlaydın, ölümünle aslında biz gençlere bir tokat attın. Mekanın cennet olmalı, günahların varsa affolmalı. Rabbim sana merhamet etmeli, bizi de uyandırmalı. Uyandırmalı ki, bugün bize dokunmayan yılanların başlarını ezelim de temiz, tertemiz bir gelecek bırakalım ülkemize. Eğer bunu başaracaksak hepimizin başı sağolsun, yok yine aynı şekilde devam edecekse, unutacaksak kaybettiklerimizi, sağ olmayın kardeşlerim.

Tıpkı resimdeki gibi beklenen golü atıp yanına geleceğim kardeşim, birlikte kutlayacağız başarımızı...

Hepinize Onur'lu bir hayat dilerim.



17 Mayıs 2012 Perşembe

Suç - Verbrechen / Ferdinand Von Schirach



Selam sevgili börtü böceklerim. Börtü de nasıl bi şeydir arkadaş, börtü! Can Bartu’yla bi ilgisi olabilir, araştırırım bi ara. Şimdi o değerli vakitlerinizi almayayım da bu haftaki kitabımızın tırtıklamasını yapayım.

Bir ceza avukatı olan Ferdinand Von Schirach ‘ın kaleme aldığı Suç adlı kitabımız tümüyle gerçek olayların anlatıldığı bir anı kitabı.
Çok akıcı ve yalın bir dilin kullanıldığı hikâyeleri mideniz kaldıramayabilir. 

Tanata’nın Çay Kasesi


Bu bölümde anlatılan olay tipik karanlık dünyaların anlatıldığı bir olay. Üç gencin amatörce yaptıkları soygun sonrasında sıra sıra işlenenen cinayetlerden korkup suçlarını itiraf etmesinin yanı sıra trajikomik olan ise üzerine bir de para vermeleri oluyor. Zira soydukları ev Japon mafyasına ait.

Şans


Bu bölüm insanın ağzında buruk bi tat bırakıyor. İrina ve Kalle’nin aşk hikâyesi çoğundan farklı, acının, çaresizliğin, korkunun ve daha birçok duygunun insanı derinden yaraladığı bir bölüm.

Çello


Hayatlarımızın aslında sona nasıl da yakın olduğu, herkesin ama herkesin sadece bir anlık hayat yaşadıklarının bir göstergesi bu bölümde anlatılanlar. Ve öyle bir olay yaşanır ki, etkilerini sadece siz değil, birer birer herkes hissetmiş olur. Hayat bazen devam etmez gidenlerin ardından…

Diken


Bu bölüm insanın bir anda kafayı yemediğinin bir göstergesi olmuş. Zira ben bile okurken kendimi kaybeder gibi oldum. 23 sene boyunca müzede çalışan Feldmayer’in günden güne geçirdiği ağır depresyona tanıklık edeceğiniz bölümde, aynı zamanda Alman adaletinin de her zaman mülkün temelini oluşturacak derecede adil olamayacağını göreceksiniz.

60 Dakika


Yıllar önce ‘aşk ne ister?’ diye soran hocama ‘fedakârlık ister’ yanıtını verdiğimde aferin doğru cevap demişti. Bu hikâyede anlatılan olayı kendi ilişkimde düşünmüş biri olarak bi an paranoyamdan korkmuş oldum. Son derece dikkat çekici bir olayın anlatıldığı bölümün sonunda çözülemeyen cinayet, okuyucunun tahminine ve yorumuna bırakılmış gibi.

 Aşk


İnsanın kanını donduran bir aşk hikâyesi. Hiç sevgilinizi yemeği düşündünüz mü? O düşündü…


Etyopyalı


Bu bölümde anlatılanlar hayatın tam içerisinden. Duygu yüklü bir yaşam mücadelesi. İnsanın içini burkan, gözlerini dolduran çaresizlik ve acı. Sonra bir diriliş, ardından yine çöküş. Ayakta kalmak çok güç. Tüm bu iniş çıkışların içerisinde mutluluk arayan bir insan.
O’nun öyle dramatik bir hikâyesi var ki, çok yabancısı olmadığımız, her birimizden bir parça taşıdığı bir hikâye.
Ortaçağ adalet sistemiyle günümüz adalet sistemi arasında bir seçim yapın bakalım. Hangisine göre cezalandırırdınız Etyopyalı kızıl saçlı adamı?

Kirpi


Kardeşleri tarafından ‘aptal’ olmakla suçlanan Karim’in ilginç ve zekâ dolu hikâyesi. Okurken gülümseyecek ve ‘aptallıkla’ suçladığınız kardeşiniz varsa daha temkinli olacaksınız…

Meşru Müdafaa


Baştan sona anlaşılması güç bir olay. Alman adaleti bile çözememişken bizim çözmemiz abesle iştigal olur. Fakat bize yabancı olaylardan değil, az çok biliriz karanlık ve derin güçleri…

Yeşil


Bu bölümde anlatılan olay insanda gerçek dışı hissiyatı uyandırıyor. Gerilim filmlerinin en sevdiği sembol ve rakamlarla ilgili bir çocuğun hikâyesiyle karşılaşacaksınız…

Fähner


Söz vermenin ağır yükümlülüğü altında bir ömür boyunca ezilen Fähner’in hikâyesi ceza makamını bile zorlamaktadır. İlginç bir aşk cinayeti...




Evet güzeller kitapta anlatılan olayların tümü gerçekleşmiş olaylar. Ne var ki, kitabı eleştirenlerden biri ‘olayların fazla abartıldığını ve dramatize edildiğini’ söylemiş. Nasıl yazsaydı kitabı acaba yazarımız bilemedim, bir avukat gibi anlatsaydı dimi? ‘Bilmem kaç sayılı dosyanın hukuka aykırı olmadığına… ‘ dimi böyle anlatsa heh işte bu tamamen bir anı kitabı dicektin dimi a geri zekâlı çokbilmiş kardeşim benim!

Anlatılan olaylar her ülkede benzerlikler göstererek yaşanmaya devam ediyor arkadaşlar. Her şey normal seyrinde giderken bir anda anormale dönebiliyor ve bunların sonucu olarak suçlanan insanların aslında haklılık payları bulunduğuna ve kanunların bu payı göz ardı etmeksizin ceza vermemesi gerektiğine dikkat çekilmek isteniyor.

Bu kitabı da okumanızı tavsiye ediyorum. Kısa sürede okuyup bitirebileceğiniz ve ilginç olaylarla karşılaşacağınız ve alabileceğiniz derslerin bulunduğu bir kitap. Üstelik Suç-2 olarak ikinci serisi de yayınlanmaya başlamıştır. Ben birincisini okumayanlar için tanıtmış oldum, devamını da siz getirin artık.

Hepinizi öpüyorum Cumartesi günü görüşmek üzere hoşça kalın canlarım…

15 Mayıs 2012 Salı

Yaktın Bizi Gamze



Gamze Akın- Yaktım



Klibi izlemeye başladığımda ilk olarak 'Fatmagül’ün Suçu Ne' adlı dizinin Mukaddes’i değil mi lan bu dedim, bakınız;







ama değilmiş. Hafif bir göğüs farkıyla ayırt edebildim.

Neyse başlayalım güzeller. Klibimizin başında ablamız ve abimiz bir tartışma hali içindeler. Klasiktir bu sahne, çoğu klipte aynıdır. Doğuşürler sonra soğuşürler öyle bağlarlar klibi ama bu biraz farklı onlardan. Abimiz resti çekip gidiyo kavgadan sonra.
Şarkının girişi yapıldı tamam, sözler mükemmele yakın, danslar harikulade tamam harikasınız ama abi 00:32’deki kameraya yaklaşan eller nedir ya? Çekme kardeşim mi diyosun anlamadım.  O olaya da tavımdır he, çekme kardeşim çekme diyip kapatırlar kadrajı, öyle yaptı ya karar alcaksın bütün basın mensupları olarak, o ünlü şahsiyeti çekmiceksin, haberini yapmıcaksın, albüm yaptıysa veya kitap falan yazdıysa promosyonunu yapmıcaksın, bak bakalım yapıyo mu bi daha çekme kardeşim giderini.

00:35 de az önce neden kamerayı kapatmaya çalıştıkları ortaya çıkıyo. Abiyi oturtmuşlar bi sandalyeye, başı kapatılmış ve Gamze ablamız da geldi, ooo efendim hoş geldiniz biz de sizi bekliyorduk, ne şeref ne şeref. Kıyafet değiştirilmiş, biri dövülecekse zaten değiştirceksin kıyafeti. Kadınların dayağı bile gösterişli arkadaş! Erkek kavga edicekse, ceket çıkarılır, gömleğin kolları sıyrılır, saat çıkarılır, telefon yanında duran birine verilir veee fight! Bak kadınların ki öyle mi?! Kırmızı deri koltuk, beyaz gömlek, siyah şapka, ince uzun topuklular, siyah deri pantolon ve kırbaç hop hop ulan senaryolar karıştı, az kalsın ‘sahip’ kadını anlatıyordum.

Yalnız takdir edilesi bi sahne var, 00:42’de kızgın abimizin başı açılırken, gözlerini kısıyo abi, ışıktan dolayı hani inandırıcı olmuş aferin. Veee evet! Gamze ablamız gömleğin kollarına gidiyor! Çok heycanlı lan gidin cips kola vs. bişeyler alın, kavga var olüüüm kavgaaa. 

İşkence bu! Evet evet kavga falan yok! Şarkı söyleyerek işkence, hmm mantıklı. Çinliler görse kıskanır valla. 01:03’ e dikkat! Gamzecim yolun çok aydınlık, ama o aradaki ışığı çözemedim ben. Böylesini ilk kez gördüm ne yalan söyliyim.

Kalbimden siliyorum derken tuttuğu yerin kalbi olmadığının farkındadır umarım. Bi süre kafa sallıyo şarkıcımız, bu kafa sallamayı abim de yapardı anneme, yediği dayaktan sonra başlardı kafasını sallamaya, hani sen görceksin der gibi, sonra bu yüzden bi daha dayak yerdi ehehe umarım Gamze’nin de sonu aynı olmaz.

İşkence adamı böyle yapar işte, sen misin o klibin başında rest çeken, gider yapan, bak Gamze’ye nasıl yola getirdi seni! 02:58’de abimizin yüz ifadesine baksanıza melek gibi birine dönmüş.

Aman tanrım o da ne! Yakıcaklar lan adamı! Yazık oldu abimize, şarkımızın sonunda yaktı o güzelim oğlanı. Zalim Gamze! Nasıl kıydın he? Nasıl!? Bari şarkıyı söylemeseydin direk yaksaydın adamı! Bi de anlamadığım bi olay var, abi yaktım resimlerini, sildim kalbimden seni, yok yok sen diye biri sildim tüm izlerini dedin tamam işte bırak burada kalsın niye yakıyosun adamı finalde? Hem madem yakıcaksın, şarkıda resimleri yaktığını söylüyosun klipte adamı yakıyosun, olmuyo Gamze izleyiciyi yanıltma lütfen.

Neyse sahte ballarım benim, bu klipten anladığımız şudur ki; eğer birine işkence etmek istiyorsanız, bir adet Gamze Akın ve şarkısı, iki adet ‘ne yaptığı’ anlaşılamayan dansçı yeterli. Öyle teferruata deri koltuğa falan da gerek yok hatta yakıcaksanız eğer finalde, çakmağa bile gerek yok. Benzini dökün abi, bir veya iki kez aynı şarkıyı söyleyin, işkenceye maruz kalan kişi kulak memesi kıvamında yumuşayana kadar devam edin kendiliğinden yanıyo lan. Denedim de konuşuyorum!

Hepinizi ayrı ayrı öpüyorum, haftaya Salı başka bir video klip irdeleyeceğuk. Hepinize geliyo sıradaki şarkı;

Yaktım yemeklerimi, ettim küfürlerimi
Yok yok evde spagetti, yedim dünkü yemeği ;) 

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Gündeme Gel


Selam canlarım daha öncede belirttiğim gibi bugün haftanın öne çıkan gündem maddelerinden derlediğim bir yazıyı sizlere sunucam, iyi seyirler efem. İyi seyirler de uymadı buraya ama bilirsin uysa da yazdım uymasa da var gerisini sen düzelt. Var git yoluna sevdalı, içimdeki Karacaoğlanı güçlükle durdurdum haydi başlıyorum...

Doktor Civanım! 


Bu konuyu yazıyo olmak bile utandırıyo beni. Evet, çocukluğumda hatırladığım o kötü muamelenin devam ettiği hastaneler hala var. Evet, çoğunuz gerektiği ilgiyi göremiyosunuz. Evet, hastasınız veya yakınısınız ve acınız var. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi hastane çalışanları ve doktorlar size kötü davranıyolar. Evet, dostum haklısınız. Ama dayak attığınız veya öldürdüğünüz adamlar yanlış!
Ulan gerizekalı! Senin gibi kaç tane hastayla ilgilenmek zorunda o doktor veya hemşire haberin var mı bundan? Aptal adam, kaç sene okuyup böyle kutsal bir görevi üstlendiğinden haberin var mı? Ve hangi kötü şartlar altında saatlerce çalışıp fedakârlıklar yaptığından haberin var mı? Yok elbette, olsaydı zaten doktora değil, onu bu insanlık dışı şartlar altında çalıştıran Hükümetlere ve Sağlık Bakanlığına giderdin, tepkini onlara gösterirdin. Onlar da her çağdaş ülkede olduğu gibi bu durumu düzeltirlerdi. Ama ne onlar çağdaş ne sen. Ondandır doktorumun, öğretmenimin bitmek bilmez çilesi. Valla öyle büyük bi kalp var ki onlar da, hala sizin gibi insanlara hizmet ediyolar üstelik ölümüne hizmet ediyolar...

...mış Gibi Yapmak

Boşuna dememişler ‘büyük başın derdi büyük olur diye.’ Çağlayan Adliyesi Avrupa’nın en büyük, en güvenli, en çağdaş adliyesi olarak hizmete açıldığından bu yana, sürekli yaşanan olaylarla gündeme gelir oldu. Gündeme getirilmesi gereken oradaki güvenlik zaafı falan değil, devletin vatandaşına karşı olan sorumsuzluğu. Sen sabah akşam bu insanlara hemen hemen bütün dizilerde silah, tecavüz vb. yayınların yapılmasına göz yumar, gazete manşetlerine bunların taşınmasına engel olmaz ve bireysel silahlanmanın önüne geçemezsen, sorun adliyenin güvenliğinde değildir kardeşim, sendedir. Türkiye’de işlenen suçların %92,2 si ruhsatsız silahla işleniyor. Ve son 10 yılda, silahla işlenen suç oranında %83 artış var. Yaklaşık 12 milyon civarında kayıt dışı silah var bu ülkede. Bu nasıl ülke arkadaş hiç sorunu bitmiyo diyosunuz dimi, demeyin, sorunların hiç biri çözülmüyor, sadece gibi yapılıyor. Bu ülke vatandaşının ağzına layık bi yöntem. Mesela bizim öğrencimiz okuyo gibi yapar okulda, ders çalışıyo gibi yapar evde. Mesela çalışanımız da çalışıyo gibi yapar, müdür gelince. Denetim olacaksa bir kurumda, her şey mükemmelmiş gibi yapılır. Bu yüzdendir ki, çözüm beklemeyin arkadaşlar, bekliyormuş gibi yapın…


Çok Mu? 

Bekir Coşkun’un kendisine zulmedenlere isyanı vardı geçtiğimiz günlerde. Konuyu enine boyuna değerlendirmeye gerek yok. En basit haliyle bir taraf muhalif, diğer taraf gücü elinde bulunduran iktidar. Konuyu buradan değerlendirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Sonuç itibariyle bu ülkede ‘kukla muhalefet’ dışında, gerçek muhalefeti dinlemeye kimsenin tahammülü yok. Sadece siyaset arenasında yaşanmıyor bu durum. Hayatın her alanında aynı. En basitinden bir öğrenci, öğretmenini eleştiremiyor. Ta ilkokuldan hayatın ta en başında başlıyor bu baskı. Bilinçli veya bilinçsiz yerleştirilmiş kurallar çerçevesinde ‘eleştiren, daha iyisini arayan, yenilikçi’ insanlara zulmediliyor. Öğrenci örneği verdim buradan devam edip bitiriyim. Aylar önce lise öğrencileri kantini protesto edip evden getirdiklerini yediler diye okuldan uzaklaştırıldılar, kim bilir bilmediğimiz daha ne hakaretlere maruz kaldılar. Şimdi bunlar gibi milyonlarca örnek varken, Başbakan Bekir Bey’in üzerine gitmiş çok mu?


Allah Cezayi Veracak


Hepinizin malumu Fatih Terim’e verilen ceza önümüzdeki sezona ertelendi. Bu kararı eleştirmek değil derdim, zaten neresinden tutsan dökülen bir hukuk sistemi varken kalkıp da bu ‘kıyak’ı konuşmak aptallık olur. Benim bu karardan anladığım, tekrar gördüğüm, tekrar ve tekrar farkına vardığım tek şey, aslında halkların kendilerini yönetenlerden çok daha güçlü olduğudur. Evet, kendi güçlerinin farkında olmayan insanlardan bahsediyorum, hani şu alelade insanlar var ya. Evet, işte onlardan öyle çok korkuyorlar ki kurumları yönetenler, olası bir Galatasaray şampiyonluğundan sonra, Fatih Terimi o tribünde koruyamayız düşüncesiyle bu kararı alıyorlar. Ne yani Fatih Terim kulübede olursa da aynı olay başına gelmez mi? Gelmez canım, Beşiktaş – Galatasaray maçında sahaya ineriz … diyen taraftarların hepsi indi mi? İnmedi, inmezler de. Zaten inseler bu ülkede devrim olur, bu gücün farkına varsalar bütün dünya ülkelerinde de aynı devrim olur. İnsanlık gücünün farkına varır ve kendini yöneten zalimlere karşı gelirler. Fakat bu neredeyse imkansız bi durum, özellikle de ülkem insanı için. Ben de bu kirli oyunun parçası olan herkese İbrahim Tatlıses'ten 'Allah cezayi verecak' adlı cümleciğü gönderiyorum. Ve emin olun o cezanın bi haftasını çekip ertesi yıla erteleme şansını bulamayacaksınız.

Konuş Arda Konuş

Türk halkının Arda’dan dolayı desteklediği Athletico Madrid’in şampiyonluğu hepimizi mutlu etti. Fatih Tekke’nin ardından Avrupa’da şampiyonluk yaşayan ikinci futbolcu olmanın haklı gururunu yaşıyordur elbette Arda. Ben şampiyonluğundan çok bu çocuğun açıklamalarına dikkat çekmek istiyorum. Belli ki, sadece futbol yok hayatında, belli ki, iki kelimeyi bir araya getiremeyen futbolculardan değil, belli ki söylemek istediği çok şey var. Ama ne yapılıyor ülkem basınında? Tu kaka edilip itin götüne sokuluyor her ‘çok’ konuşan Türk ünlüsü gibi. Ondan istenen şey de her zamanki gibi aynı, bu tip konuşmalar sana zarar verir, sen işini yap. Ne kadar kolay dimi, işini yap, sen parana bak, boşver be olum sen mi değiştircen, bu düzen böyle gelmiş böyle gider vs. zırvaları. Tam aksine konuş kardeşim Arda, konuştuğun şey başkalarının hoşuna gitmeyecek diye susma, Mehmet Ağar umurumda değil, sevmem de kendisini. Ama bu ülke öyle kahpe bir medyaya sahip ki, yıllar önce adam Kürtçe albüm yapıcam dediğinde yapmadıklarını bırakmadılar da 5 sene sonra ‘kardeşlik, demokrasi, ah ne güzel bak her yerde Kürtçe türküler söyleniyor’ dediler. Bunların zerre miktarı haysiyetleri yok, o yüzden konuşun kardeşim. Doğru bildiğiniz ne varsa konuşun, yanlış da söyleseniz en azından mertliğinizle övünürsünüz kahpeliğinizle değil.










10 Mayıs 2012 Perşembe

Papillon - Kelebek / Henri Charriere


''ÇİNLİLER KAFAYA DAMLATILAN SUYU BULMUŞLAR, FRANSIZLAR SESSİZLİĞİ''

Selam benim biricik okurlarım. Hazırladığım haftalık program çerçevesinde bundan böyle Salı günleri klip irdeleme, Perşembe günleri kitap tırtıklama ve Cumartesi günleri haftanın öne çıkan tüm gelişmeleri üzerine tespit ve yorumlarla, eğer günümdeysem Pazar günleri de hikayelerimle karşınızda olucam.  Hepinizi çok çok öpüyor ve bugünkü yazıma başlıyorum, haydi rastgele.

Benim hayat hikâyeme çok yakın olması sebebiyle ilk kitap tırtıklama bölümünde Henri Charriere’ nin Papillon - Kelebek isimli romanını sizlere anlatıcam. 
Yaşanmış gerçek bir olayın anlatıldığı romanda, yazarımız bir kadın satıcısının öldürülmesi olayıyla suçlanır ve suçlu bulunup ömür boyu kürek cezasına çarptırılır.

Demokrasinin ve hukukun beşiği olarak adlandırılan Fransa’nın ne derece adil olduğu da yine sorgulanması gereken bir durum. 1968 Fransa’sında normaldir diye bi düşünce olursa kafa atarım. Fransız İhtilali’nin tarihinin kaç olduğunu biliyor olman lazım. Kaldı ki, en güncel olan bir Fransa demokrasisi örneği sunayım. Bilindiği gibi sözde Ermeni soykırımıyla ilgili bi yasa çıkardılar. Soykırım yoktur diyenlere ceza uygulanacak. Şimdi demokratik bir ülke, nasıl olur da kendi gibi düşünmeyen birine ceza verir, diye sormicam çünkü ben zaten demokrasi, hukuk, adalet, insan hakları vb. gibi şeylerin varlığına inanmıyorum. Eskiden beri süre gelen kölelik sisteminin sadece adı değiştirilerek insanlara yutturulduğu kanaatindeyim. Ve özellikle bu kitabı tırtıklama sebebim de her birinizin aslında bir ‘kürek’ mahkûmu olduğunu ve ‘başarılı’ olmak adına verdiği ‘firar’ mücadelesini göstermek.

Henri nam-ı diğer Kelebek, Fransız Guyanası’ nda cezasını çekmeğe gittiği ilk günden itibaren firar planları yapar. Diğer mahkûmların sevgisini ve güvenini kazandıktan sonra bu planlarını bazı mahkûmlarla paylaşır. Planın bir parçası olarak ilk adım revire gitmektir. Burada iki firar arkadaşıyla birlikte okyanusa açılır. Bu süreç içerisinde mahkûm arkadaşlarına olan bağlılığı ve vefasının yardımlarını belki de kaçarken işlerinin hep rast gitmesinde bulmuş olabilir. Delikanlı adamdır Kelebek, özgürlük mücadelesi veren biridir. Bu mücadele uğrunda hayatını kaybetmeyi göze almıştır. Nihayet Kızılderililerin yaşadığı bir adaya ulaşır ve kısa zamanda orada da kendisini sevdirir. Hatta orada evlenir bile. Bu adamın masum olduğu her halinden bellidir fakat kanunlar delil ister. Yani sen suçsuz bile olsan yeterli delilin yoksa ve seni suçlayan taraf yeterli delil ‘uydurduğu takdirde’ suçlu bulunabilirsin. İşte sana insanın bulduğu ‘adalet sistemi!’ Sen hala eşitlik, özgürlük, adalet naraları at sağda solda.

Kelebek bir manastır baş rahibesinin ihbarı üzerine yakalanır ve iki yıl hücre cezasına çarptırılır.  Öyle bir cezadır ki hücre cezası, adına ‘insan yiyen’ demişlerdir. Sessiz bir ortamda bırakılırsın en pis ve kötü şartlar altında. Bu durumla ilgili dikkat çekici bi cümlesi var Kelebek abimizin. ‘Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlar sessizliği.’
Arkadaşlığının ve vefasının karşılığı olarak mahkûm arkadaşları aracılığıyla günlük gönderilen yiyecek ve sigarayla ayakta kalmayı başarır. Cezasını tamamladıktan sonra yine firar planları yapmaya başlayınca onun akıl sağlığını yitirdiğinden falan şüphelenirler. Bu adam firar için deli numarası bile yapmış hatta doktorlara bunu yedirmiş bile. Şimdi bütün hikâyeyi burada anlatıcak değilim pıtırcıklarım, kısaca üzerinden geçip kişisel yorumumu yapıcam. Ve okumanızı ama mutlaka okumanızı tavsiye edicem. Eski bir kitap, filmi de yapılmış. Ama çok kişiye sorduğumda okumadıklarını veya izlemediklerini söylediler. Bana da anlatmak görevi düştü.

Kelebek abimiz hücre cezasını bitirdikten sonra kürek cezasına döndüğünde gizlice bir sal yapmaya başlar. Hani öyle sabırlı bir iş ki, her gün yeni bir parça her gün, ulan çalıştığınız yerde gizlice bir evrak aşırdığınızı düşünün bi bakalım, nasıl bir adrenalin yaşıyosunuz.  Bu herif müebbet kürek cezasına çarptırılmış, firar etmiş yakalanmış, hücreden sağ salim çıkmış zaten doğal olarak tüm dikkatler senin üzerinde ve sen yeniden kaçmak için ‘sal’ yapıyosun! Yuh dimi! Bu nasıl bi gözü karalıktır nasıl bi cesarettir arkadaş demeye kalmadan sal yapımını bitirdiği gün yakalanır! Ulan ayıptır bari bineydik ya dese de fayda etmez, hop alırlar hücreye ve bu sefer cezası sekiz yıldır! Sekiz yıl! İnsan yiyende sekiz nasıl dayanıcak kesin ölür bu diyenlere inat direnmeye devam eder. Bu direniş ve sabrın bir karşılığı olmalı, tabi 1968 Fransa’sında yaşanan öğrenci hareketlerinin de etkisi olmalı ki, bazı ağır cezalar hafifletilir.  Cezaevi yönetimi de yeni kararıyla hücre mahkûmlarının belirli günlerde denize girip güneşlenmelerine izin vermeye başlar. Denizden döndüğü bir gün mubassırlardan birinin kızı denize düşer ve köpekbalıklarının saldırısına uğrar. Cesaretin temsilcisi Kelebek abimiz, suya atlar ve kızı kurtarır. Sonrasında bu yaptığından ötürü hücre cezası affedilir. Ve kaçması imkânsız sayılabilecek kadar zor olan Şeytan Adasına gönderilir.

Nasıl bir mücadeledir dimi, bu adam firardan çok kaçıp kurtulmaktan çok geri dönüp onu içeri tıkan şerefsiz savcıyı öldürmeyi bile düşünmeye başlar. Hepimizin hayatında bize haksızlık yaptığını düşündüğümüz üst kademe insanları vardır dimi, bunlara günlerini göstereceğimiz günün hayaliyle yaşarız. Ama çoğu zaman başaramayız, çünkü yeteri kadar, çünkü Kelebek kadar inanmamışızdır. En küçük bir başarısızlıkta vazgeçeriz. Ulan adam sal yapıyo! Yaptığı sala binip kaçacağı gün yakalanıyo! Ve o güne kadar kaçmayı defalarca deneyip, defalarca başarısız olmuş bir adamdan söz ediyoruz. Bu adam Şeytan Adasında bile kaçmaktan başka şey düşünmüyo.

Bir gün denizi izlerken, dalgalar dikkatini çekiyo kahramanımızın. Dalgalar kıyıdaki kayalıklara büyük bir hızla vurup aynı hızla geri dönüyo. Hal böyle olunca Kelebek, eğer dalgaları denize dönerken yakalayabilirsem, kıyıdan yeterince uzaklaşabilir ve yakalanma oranımı en aza indirebilirim diye düşünüyo. Sarp kayalıklar ve köpekbalıklarıyla dolu okyanusa açılacak cesarette hiçbir cezaevi görevlisi bulunmadığını çok iyi bilmektedir çünkü. Bir diğer mahkûm arkadaşıyla birlikte içi hindistan cevizi dolu çuvallarla denize açılırlar. Arkadaşı yolda ölür. Kendisi o güneşin altında yana yana günlerce yoluna devam eder. Derisi yüzülmüştür güneşin yakmasından, tuzlu deniz suyunu da eklediğinde adam yok yere azap çekmiştir. Düşünün suçsuzsunuz ve müebbete çarptırılıyorsunuz. Lan nasıl bi yaşam  mücadelesi bu? Aslında sana sormak istediğim soru şu, aynı mücadeleyi sen de veriyo musun? Yıllarca dandik bir eğitim sisteminde okuyup, iyi bir bölümden mezun olmayı, sonrasında iyi bi işte çalışmayı, alabilirsen bir ev bir araba alabilmeyi falan düşlüyosun. Kimisi daha büyük hedefler koyuyo tabi kendine. Şimdi sen hedefini bi düşün ve hedefin uğrunda yaptıklarını bi düşün. Ve sakın bana onurlu bir mücadele verdiğinden bahsetme. Yıllarca bi yerlere gelebilmek için el pençe divan durduğun, türlü yalakalıklar yapıp onurunu, haysiyetini kaybettiğin yolda sakın bana elde ettiklerinden sonra, ben bunları tırnaklarımla kazıdım tribine girme. Ve tüm bunları düşündükten sonra bir de Kelebek’in mücadelesini düşün. O hikâyeyi sadece bir firar olarak düşünürsen yanılırsın dostum. O adam, aklanmanın mücadelesini verdi. Tüm bu mücadeleyi verirken, bir kez olsun kendinden ödün vermedi. Çektiği sıkıntıların ağırlığını kitabı okudukça anlarsın ve tüm bunlara rağmen yolundan dönmedi. Bu adamın mücadelesi gibiyse mücadelen sana saygı duyarım ama diğer verdiğim örnekteki gibiyse, o zaman sen anlat ben dinlerim. Seni dinledikçe Kelebek ve onun gibilere olan saygım artsın diye seni dinlerim…

Sonunda ne mi olur? Cezaevi müdürüyle evlenip Hollandaya kaçarlar. Şaka lan öyle bişey olmaz, sonunu da okuyun artık.

Hayatlarınızın Kelebek’i olmanız dileğiyle, inançla kalın…

8 Mayıs 2012 Salı

Garip bir Hadise


Gece gündüz sizi düşünüyorum benim gizli takipçilerim, hepiniz öyle güzelsiniz ki ay canlarım benim hadi hepinizin kedi canını diyorum ve bugünkü yazıma başlıyorum.

Bugün sevgili Hadise'nin 'Mesajımı Almıştır O' adlı güzide parçasını irdeleyeceğük. Parça mı dedim? Evet klibi izledikten sonra kesinlikle kanaat getirdim, sağlam parça. Klibin başında sanırsın gettoların Beyonce çıkacak ama öyle değil tabiki Hadiseciğimiz biricik sevimli sıtarımız, sıttar lan ordan diyen birini duydum, duymamış oliiim.
Bir adet kaynak gözlüğü, iki adet kulak kolyesi (küpe demeye elim varmadı), bir büyük gerdanlık (muhtemel düğün öncesi hediye edilmiş olabilir), onlarca bileeerzik ve büyükçe yüzüklerle şarkımıza başlıyoruz.
00:27'de eliyle açtığı sandığı 00:30'da ayağıyla kapatan Hadiseyi sakın evinizde denemeye kalkmayın, annenizin terliğini kafanızla yumuşatmak zorunda kalabilirsiniz. Bu sahne bana çocukluğumu hatırlattı, bilgisayarı ayak baş parmağımla açar, kumandasız zamanlarda kanalları ayak baş parmağımla değiştirirdim ah ne günlerdi. Neyse devam edelim, canım Hadisecim 00:37'den itibaren eldiveni giyiyo, sonra bi giyip bi çıkarıyo, valla bu klipten bi şey anlamadım, duvara yazıyo, yazı siliniyo sonra tekrar yazılar görünüyo hem de bir öncekinden daha fazla, bir an paranormal aktiviteyi mi izliyorum diye düşünmeden edemedim.
Hayır şarkının zaten klibe ihtiyacı yok, iki üç kafiyeyi bir araya getir, dıp tıs ekle, bir don, çokça makyaj, büyük takılar, bir işe yaramayan ama orda boş boş duran bir gitar, biraz otur biraz kalk tamamdır.

01:44'de savaşmazsak eğer derken ağza dikkat ederseniz göreceksiniz, Hadise başka bişey söylüyo, muhtemelen belini incitiyo ve ah çekiyo, son cümlemde hadisenin şarkısı gibi kafiyeli oldu, fazla izlememek gerekiyo demekki bak hala nasıl yan etkiledi beni tüm cümlelerim onunki gibi bitiyo.

Öldüğüm noktalardan biri 01:46'da başlayan ve yaklaşık üç saniye kadar süren Hadisenin çabası! Valla canım ne yalan söyliyim ben çabanı gayet iyi gördüm. Böyle bir çaba daha önce görmedim. Neye çabaladığını anlayamadım ama eminim iyi bişey içindir.

02:33'de ayşe fatma hayriye haydi çiftetelliye şeklinde adlandırdığımız parmak hareketini bu şarkının neresine uygun gördüler pek anlam veremedim. Belki de o arada başka bi şarkı dinliyolardı, olabilir abi teknoloji bu, hologram teknolojisiyle ölen şarkıcıların konserlerini veriyolar, şaşırmam yani.

Klibin sonlarına doğru ortaya çıkan balonları patlatarak da alıcı kişisine 'balonunu patlattım' mesajını göndermiş sevgili Hadise. Ben daha başka ne söyleyeyim demiş ama yetmemiş belli ki, duvara 'dönüş yok, of ,utan vb.' yazılarla da desteklemiş mesajını. Cep telefonuyla da twitterda paylaşılmak üzere yukarı açılı bir iki fotoğraf çekilerek verilmek istenen mesaj görüntüyle de desteklenmiş.
Sonuç olarak harikulade bir şarkı, sözleriyle, klibiyle mükemmele yakın bir performans. Tebrikler Hadise diyerek kendisine mesajımı gönderiyorum.

Taydan çıkan bok yere düşemez
Kimse bu kuralı değiştiremez
Yer çekimine karşı gelirim
Mesajımı aldı Newton ;)




7 Mayıs 2012 Pazartesi

Frikik Var Dediler Geldik



İnternet gastelerimizin bol frikikli, üstsüz güneşlenmeli, böyle defile görülmedi vb. haberleriyle ilgili bir yazı olcak. Bir iki noktaya dikkat çekicem sadece.

Bildiğiniz gibi gazetelerin arşiv bölümleri var hani çoğumuzun dikkat etmediği, şöyle 2000 yılına bi giderseniz ve bugüne kadar gelebilirseniz, bir çok şeyin değişmediğini görür, hala aynı emekli general, darbe, demokratikleşme türünde haberlere sıklıkla rastlarsınız. Fakat o yıllarda bugünkü kadar 'seks' temalı haberler bulamazsınız. En fazla iki haber vardır onlar da bugünkülerin yanında çok muhafazakar kalır.
Ben çocukluk yıllarımda 'tesettürlü' hanımlar görürdüm, tekbir giyimden giyinirlerdi. Bak giyinirlerdi diyorum, çünkü göremezdin herhangi bir yerini, örterdi hanım ablamız. 2000 ve sonrasında özellikle yeni iktidarla birlikte, bir değişim sürecine girdi bu ülke. Tesettürler azaldı, yerine türbanlı hanımlarımız geldiler. Hem de öyle bir geldiler ki, benim diyen mankene taş çıkartır cinsten. Ve örtünmenin kurallarına tümüyle aykırı cinsten giyinmeye başladılar. Başta bir örtü, bacaklar açık olabiliyor zaman zaman, ya da uzun etek var ama iç çamaşırı ortada vs. zaten biliyosunuz nasıl giyindiklerini. Ve tüm bu değişim yaşanırken, gazetelerimizin sütunları da yavaş yavaş en çıplak haberlerle dolup taşmaya başladı. Bu durum halk arasında şöyle bir algıya yol açtı. Hımm türbanlıysa eğer namusludur, baksana ne kadınlar var, nasıl soyunuyorlar. En azından bu hanım kızımız kapanmış! Evet, malesef bu algı oluşturuldu. Bak, medya çok güçlü bir silah, onlar sana neyi iyi gösteriyolarsa onun arkasından gidersin, çoğunluk böyle hareket eder. Normal bi günde küfür etmeyen, hatta iğrenen kadınlar, stadyumlarda bir araya geldiler mi, 'kurabiye fener' derler ve hatta onu orjinal haliyle söylerler. Yani? Sürü psikolosiyle hareket ederler. Bu noktada medya en kuvvetli silahtır. Yine futboldan bir örnek veriyim, Fenerbahçe - Galatasaray derbisinden bir hafta önce, Fenerbahçe manşetinde 'Bekliyoruz!', Galatasaray manşetinde 'Bekleyin Geliyoruz' şeklinde bir haber görürsün. Medya bu şekilde her iki tarafı kızıştırarak tiraj elde etmek ister. Bunları biliyosun dimi? Ama bi hafta öncesinden başlıyosun derbi muhabbetine o nasıl olcak? Çünkü salaksın, çünkü önüne sunulan her tabağa bedava diye atlıyosun. Bak bu milletin ihtiyacı olmasa dahi, bedavaysa atlar üzerine. Hiç düşünmez kardeşim bir şey neden bedava veriliyo olabilir ki? Sonra bi bakarsın verdikleri şey ya bozuktur, ya çürüktür sonra küfredersin.

Son yıllardaki bu aşırı seksi haberlerin tecavüz vakalarını nasıl artırtığı da ortada. Çok merak edenleriniz varsa http://www.google.com/trends/?q=tecav%C3%BCz&ctab=0&geo=tr&geor=all&date=all&sort=0 buradan kontrol edebilir. Bazı haberler öyle bir hal almış durumdaki; 'yolda yürüyen orta yaşlı adam çantasına yerleştirdiği gizli kamerayla, etek giyen kadınları görüntülerken yakalandı.' Sapkınlıkta hangi noktalara geldiğimizi ve bu noktalara bizi getiren araçlardan birinin de medya olduğunu umarım anlayabiliyosunuzdur. Porno sitelerin gizli kamera adlı bi bölümü vardır, girin bakın bi oraya ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Toplu taşıma araçlarında kadınların nasıl taciz edildiğini gösterirler orada. Aslında o görüntüler bir kurgudur, ama sana bunu gerçekmiş gibi gösterirler ki aynısını sen de yap. Niye diye sorarsan,


yanıtını almazsın tabi. Yanıt alamazsın çünkü amaç senin bütün ahlak değerlerini alt üst edip, hasta ruhlu insanların çoğalmasını sağlamaktır. Kontrolünü kaybetmen amaçlanır, ki şöyle etrafına dönüp bi bakarsın, eskiden elini tuttuğun kızla evlenirken, şimdi o kızla yol kenarlarında, otobüslerde, metrolarda nasıl çılgınlar gibi! öpüştüğünü görürsün. Şimdi sence bu normal bi durum mudur? Değildir dimi. Öpmek başkadır çünkü, ama televizyonda, gazetede, sinemada gördüğün gibi hani o çılgın aşıklar! gibi, sevişir gibi! öpüşmek başka. Bu haberler ve yayınlar aracılığıyla günden güne, yıldan yıla ne yönde değiştiğini kendin de görebilirsin, öyle olağanüstü bir araştırma yapmana gerek yok. Sosyolog falan da olmana gerek yok, şöyle gözünü bi aç, etrafına bak, biraz düşün! yeterli. Sana ve yeni gelen nesile nasıl büyük bir kötülük yapıldığına şahit ol.

Medyanın tüm araçlarıyla her kesime yönelik bu bilinçli hareketi ne kadar başarılı uyguladığının farkındasın dimi, etrafındaki herkese potansiyel suçlu gözüyle bakıyosun. Eşlerinden şiddet görüp boşanma davaları açan kadınların haberlerini de buluyosun bu gastelerde. 'Eşim zorla porno izletip o gördüklerini benim üzerimde...' laan nasıl bi hastasın olum sen! deme. Çünkü seni o hale getiren tüm araçlar gizli veya aşikar gözüne sokuldu. Zaten meyilli olan insanlar cesaretlendirildi. Ve bu adamlar sokaklarda, iş yerlerinde, aynı apartmanda, ve çocukların, eşlerin, ailen hep bir tecavüz tehlikesi altında.

Hafta sonu bir film izledim Seeking Justice - İntikamın Bedeli, bir izleyin derim. Ahlak bekçiliği işine soyunan insanların yasa dışı yollardan hatta devletle birlikte hareket ederek nasıl suç işlediğine tanık olacaksınız. Ve tüm bunları yaparken, seni aslında 'iyi bir iş yaptığın' yönünde kandırıp nasıl kullandıklarına tanık olacaksınız. Demem o ki, yaşadığımız zaman en dikkatli olmamız gereken bir zaman. Herkes bir şeyler söylüyo, ben de bunlardan biriyim. Her söylenenin arkasından gitmeyin, bedava verilen ürünlere gider gibi, sonra yanılabilirsiniz. Ben kendime ait görüşlerimi kendimce anlatıyorum. Bunların hepsine ölüm falan da demiyorum. Çünkü şunu çok iyi biliyorum ki, bu ülkedeki bireyler, önce kendilerini doğrultup, ahlaklı olmadıkça, yöneticileri de ahlaklı insanlar olmayacaklar. O yüzdendir ki, Yüce Peygamber (sav) 'Toplumlar nasılsa, öyle yönetilir' demiştir. Tüm bu yaşananların sebeplerinden biri olduğunu göz ardı etmemen dileğiyle iyi haftalar...




6 Mayıs 2012 Pazar

Mutluluğumuz Rötarlı



Yaşamaktan korkar olmak nedir bilir misin? Ben bilirim. Çok kez yanılanlar da bilirler ne demek olduğunu yaşamdan soğumanın. Önce mutlusundur, etrafına neşe saçarsın, öyle hayallerin vardır ki, herkes mutlu olacak sanırsın. Kendini de onların mutluluğuna yardım edecek biri olarak tanımlarsın. Sanki kutsal bir görevin varmış gibi hissedersin. Sonra başlarsın göreve, en yakınlarından başlarsın, önce onlara dokunursun sihirli değneyinle. Bildiklerini anlatır, onların yanlışlarını düzeltirsin, sonra gün gelir seni bir önder gibi görürler, bir karara varılacaksa önce senin görüşünü alırlar. Bir iş yaptılarsa sana da sorarlar, sen yanlış dersen düzeltmeye çalışırlar, düzeltemiyorlarsa eğer üzülürler. Sorumluluğun artmıştır hissedersin omuzlarında. Ama mutlusundur, inanıyorsundur dokunduğun herkesi mutlu edeceğine. Sonra tanıdığın herkese de ailene yaptığını yaparsın, kalbini açarsın. En büyük hatalardan birini yaparsın bile bile, güvenirsin. Ama bilirsin büyük bir hata yaptığını, çünkü herkes öyle söyler sana, 'güvenme insanlara'. Sen onları yanıltmak adına bu yoldasındır, bu kendiliğinden yerleşen kurallarını yıkmaya gelmişsindir. Bir iki tanesi güvenini sarsar ama deviremez, çünkü sen onların bilmediği şeyleri bilirsin. Gülümsersin sadece, onların sana zarar veremediklerini de bilirsin sadece kendilerine zarar verdiklerini de ama anlamazlar seni. Denemeye devam edersin, bıkmadan, usanmadan. Öyle kimselerle tanışırsın ki, kimi gülümseyerek incitir seni, kimi sözleriyle. Sabredersin, elbet dersin, elbet bu dünyada en az benim kadar iyi bir insan olmalı. En az kendime güvendiğim kadar güvenebileceğim birileri yaşamalı. 
Sonra biri çıkar karşına ha evet işte bu olmalı dersin, önce kaparsın gözlerini kusurlara, çünkü zamanla kendiliğinden düzeltecektir ne de olsa, sabredersin, süre verirsin olmaz, olmaz bir türlü vazgeçmez. Sana sonsuz güvenir, seni sonsuz sever ama kötü alışkanlıklarını da terk etmek istemez. Peki dersin, sabretmeye devam edersin. O seni kandırmaya devam eder sen ona inanmaya, günler böyle geçerken Yaradan razı gelmez bu duruma, onun kalbine bir pişmanlık verir ki, göz yaşları sel olur ağlar kapında. Neden diye sormazsın sen, zaten bilirsin neden olduğunu. Ona bir şans daha verirsin, bağışlarsın, sen iyi birisin ya, kutsal bir görevin var ya senin, affedersin yine. 

Bir gün tamamen o kötü alışkanlıklarını bıraktığını söyler, senin onun hayatındaki en önemli dost olduğunu söyler, inanırsın, şükredersin, o kadar çok kez yanıltmışlardır ki seni, ilk kez, ilk kez böyle bir ana tanıklık edersin. Artık onu ailenden biri gibi görürsün. Tümüyle güvenirsin. Mutlusundur, birine daha dokundun ve değiştirdin diye düşünürsün. Onu olduğu gibi kabul ettin önce ve sonra ona yanlış yolları gösterdin, o da artık doğru olanı yapmaya başladı diye düşünürsün. 

Bir süre sonra içinde bir şüphe duyarsın, ya yine o alışkanlıklarına devam ediyor da bana yalan söylüyorsa? Yok dersin önce olmaz öyle şey, yapmaz, yapamaz, o benim en iyi arkadaşım, o bana söz verdi. İçten içe kemirmeye başlar seni bu şüphe, derken bir iki kez sana yalan söylediğini ve senden bir şeyler gizlediğini hissedersin. Yaşamdan soğumanın sebebidir artık o, çünkü kendi ağzıyla itiraf eder bir süre sonra sorduğun sorulardan bunalmış bir şekilde, itiraf eder, hala o kötü alışkanlıklarına devam ettiğini. Artık sen de ne güç kalır ne inanç. Oysa içten içe isyan edersin, ama ben sana ta en başında söylemiştim, vazgeçmek yoksa cüzünde gelme bana, dokunma kalbime demişsindir. Ama meraklı bir çocuktur o, gizli olanı görmek için karıştırır tüm çekmeceleri, sonra eline aldığı kalbi oyuncak sanıp oynar onunla, sıkılana kadar. Bir süre sonra ya kırar oyuncağını ya bırakır bir kenara. Sen de kalırsın yalnızlığınla baş başa ve artık sana yapılabilecek en büyük kötülük yapılmıştır. Yeni adım atmaya korkarsın, karar vermeye, denemeye korkarsın, sabretmeye. Yaşama sevincin elinden alınmıştır, umutların yok edilmiştir. En sonunda yine yanıldığını anlarsın. Mutluluğa giden yolda yine rötar yapmıştır uçakların...













5 Mayıs 2012 Cumartesi

Gazete değil Gaste



Özledin dimi kerata hep yazıyım istiyosun, hadi gel öyleyse başlıyorum. Dizilerle ilgili yazıma devam edicem, biraz soluklanalım gazetelere bi göz atalım bakalım. Pardon gastelere!

Evet sevgili internet gastelerimizin sürekli bir flaş haber yayınlama hali artık alışılagelmiş bir durum değil mi? Günü flaş habersiz geçirdiğin var mı? Yok. Peki neden? Neden her gün her an bir son dakika haberi ya da flaş haber bulunuyo gastelerimizde? Çünkü bi süre sonra o flaş denilen gelişmelere alışıyosun sevgili okurum, aa diyosun zam mı gelmiş? Amaan diyosun zam gelmeyen ne var ki, geçiyosun diğer habere. Bakıyosun aa şehit mi vermişiz yine? Amaan diyosun vermediğimiz yıl var mı ki, bazısı da internet cevvali tabi, hemen yazıyo yorumlara, bunların hesabı sorulacak! Vatan bölünmez! Bla bla bla... Bak sizi öyle bi hale getirdiler ki, toplumsal bir tepki bile veremiyorsunuz. Hoş eskiden de bu millet böyleydi ama en azından bu kadar kör değildi. O İnternet sayfalarında yorum yazarak tepki verenlere kızmıyorum, aslında içi içini yiyo hepsinin ama olmuyo güzel kardeşim, sen tepkimi sandıkta vericem falan diyosun, ne sandığı pardon? Çeyiz sandığı var benim bildiğim ona da tepki verirsen evde kalırsın mazallah o yüzden aklını başına aal, yol yakınkeeen, bu düzene ayak uyduur. Bu sürekli flaş haberin neden yayınlandığını anladın dimi? Sorucam haftaya bak bilemediğin an basarım sıfırı haberin olsun. Bu sıfır basma olayıyla ilgili de bi anım var onu da anlatıcam bi ara. Konuyu dağıtmıyım. Sizi günden güne alıştırıyolar, yavaş yavaş, ince ince, ustalıkla işliyolar hepinizi. Bak yakında bu ülkenin yönetim sistemi değişir, bayrağının rengi değişir vs. böyle büyük olaylar meydana gelir de çoğunuz ses çıkaramazsınız, amaaan canım ne olacakki sistem değişse ne olur, eskisi nasıldı ki, bi de böyle deniyelim dersiniz, sanki futbol takımı sistemini değiştiriyosun ya, geçen hafta 4-4-2 olmadı, hadi 4-3-3'e dönelim diyo gerizekalı! Abarttın ama sende dediğini duydum sanki? Abarttım dimi, ulan sen değil miydin anayasa değişikliği sana sorulduğunda yetmez ama evet diyen? Evet bendim! İşte nasıl bu kadar saçma bişey söylediysen o gün, gelecek günde de aynı saçmalıkta bişey söliceksin. Size onu da söyleticekler çünkü. Sizin kendinize ait bir bakış açınız olamadı ki hiç bi zaman, tartışma programlarında kendinize en uygun olanın düşüncesini savundunuz. O savunduğun adam içine sinmediği bi şey söylediği zaman , olsun o büyük bi adam, ne derse doğrudur gibi bi mantıkla savundun. Kendin olamadın hiç bi zaman, malesef senin gibilerden öyle çok var ki bu memlekette, işte bu yüzdendir o sürekli bi  zemin hazırlığı içinde olan flaş haber kirliliği.

Bir de bu gastelerimizin yalan haber bölümü var ki akıllara zarar. Bak haberin başlığında yazan 'ünlü oyuncunun kafasını kesip yol kenarına attılar.' İçeriğinde yazan 'bilmem ne filmi çekimleri için bir araya gelen ...' E şimdi senin annenin günahı da yok niye zorluyosun beni?
Habercilik, olmuş olan bir hadiseyi haber vermektir. Olmuş olanı farklı yorumlayarak haber veremezsin. Köşe yazarıysan eğer o haberle ilgili yazını yazarsın eyvallah. Ama bir olay böyle anlatılıyosa bu insanları aldatmaktır, kandırmaktır. Medya çalışanlarına bu haberleri hazırlayanlara pek bişey diyemiyorum elbette haklılık payları var, sonuçta ekmek parası diyolar ve patronları ne isterse onu yapmak zorundalar. Ama bu durum sadece medya çalışanları için geçerli değil, her alanda aynı sıkıntı var. Dürüstlük, hakkaniyet, ahlak gibi kavramları yok ettiler çünkü. Sadece para kazan ve harca ilkesiyle yaşıyosun. Bundan kurtuluş yolunu gösteriyim mi sana? Ben öyle sadece eleştirip bi kenara çekilmiyorum bak söylüyorum da sana ne yapman gerektiğini. Bırak abi işi! Bak bugün sen bırakırsın, ben böyle haber yapmam, ben yalan haber yapmam dersin, yarın arkadaşın, yarın bir diğeri, bir diğeri derken bi bakmışsınız siz toplanıp gerçek haber veren bir gazete olmuşsunuz! Emin olun o zaman yardımcınız destekçiniz çok olur. Bu halk salak bi halk değil, sadece uykudular. Bu halk bi kere uyandı, cumhuriyeti kurdu. Daha niceleri de olur merak etme sen. Ama herkesin şapkasını önüne koyması lazım, önce kendine bi soracaksın ben ne kadar dürüst biriyim? Bak sana bi örnek, Şener Şen'in oynadığı Namuslu diye bi filmi vardı, çoğunuz bilirsininz. Neydi filmde verilmek istenen mesaj? Paran varsa, itibarın artar, hatta komşun eşine seni ortak kılar. İşte para hepinizin ağzını kapatır. Ne şahsiyet bırakır adamda ne ilke. Sen bir yerlere gelebilmek için kendinden ödün verdikçe bu düzen seni kölesi yapmaya devam edecektir. Sen önce kendini doğrultacaksın sonra başkalarını. Bi kere şu herkese bok atma huyundan vazgeçeceksin. Sonra insanları dinine, ırkına, cinsiyetine göre ayırmaktan da vazgeçeceksin. Çünkü sizler hepiniz insansınız. Ne kadar basit şeyleri söylüyorum dimi size, yahu biliyoruz bunları diyosun dimi, ama uygulamıyosun o nasıl olcak? Bak sana daha da basit bi örnek veriyim. Şeytan ne dedi Rabbine? Ben ateşten yaratıldım Adem ise topraktan, öyleyse ben ondan üstünüm ben ona secde etmem. İşte sen de aynısını yapıyosun, ben şöyleyim o böyle, ben şunlardanım o bunlardan. Seni ayıranlar, bu komunist, faşist, kapitalist vb. sınıflara, kalıplara sokanlar bunu bilinçli bi şekilde yapıyolar, neden mi? Çünkü sen birlik olursan, sen o bütün istleri, izmleri, bi kenara bırakıp, insan olduğunu Adem olduğunu hatırlarsan, işte onların alayını yakarsın. Sen onlardan daha fazlasın ama farkında değilsin. Çünkü sahip olduğun onlarca tabu var. Sana dikte ettirilen tabular. Bak etrafına bi, bak herkes konuşuyo dimi, her grup, her güruh kendine göre yorumluyo olayları ve sana onu zorla değil, güzellikle kabul ettiriyo. Kimse silah zoruyla benim doğrularımı kabul ediceksin demiyo, demez de zaten, bilir ki kabul etmezsin, o yüzden güzel güzel yavrum, yağlı makas hassaslığında işliyolar seni.

Hadi biraz dinleniyorum ben, internet gastelerinin magazin haberleri ve bikini, frikik, üstsüz güneşlenme, soyundu vb. haberleriyle ilgili de yazıcam ayrılma benden. Zaten artık istesen de ayrılmazsın gördün tabi  frikikleri, çıplak mankenleri. Merakla beklersin, tamam lan Adriana Lima'nın daha önce hiç bir yerde göremediğiniz en özel fotoğraflarını yayınlıcam! Peçete ister misin? Yanlış anlaşılmasın ağzının suyu için diyorum. Hadi bakalım öpüldünüz şekilsizler...

4 Mayıs 2012 Cuma

Çok 'Pis Yedili'

Bir 'dizi' eleştiri - 1



Hayatımızda çok önemli bir yere sahip olan televizyon dizileriyle ilgili bir yazı olacak, baştan söylüyorum, ne olur bir kez olsun, ön yargınızı bir kenara bırakıp, aa bu bizden aa şu sizden gibi saçma sapan akla mantığa sığmayacak eleştirilerde bulunmayın. Umuyorum ki beni aklı selim insanlar takip ediyo. Yazı dilinde yazmadığımı da belirtiyim böyle bi kaç eleştri aldım, imla kurallarına pek dikkat etmiyorum evet, sen bırak imlasını noktasını içeriğine gel, zaten bu şekilciler yüzünden gerçekler perde arkasında kalmıyo mu?
Girizgahı kestim başlıyorum hadi bilgisayarları başındaki sevgili okurlarım inin bilgisayarın başından adam gibi oturun okuyun.

Geçen günlerde 'Pis Yedili' diye bir diziyi izleyen 12 yaşındaki kardeşim dikkatimi çekti. Aslında kardeşim değildi dikkatimi çeken, diziydi. Yahu dedim kardeşim böyle dizi mi olur boşa vakit kaybediyosun, aaa abi herkes izliyo dedi. Gülümsedim, insan bu dedim, herkes içiyor diye içer, herkes giyiyo diye giyer, herkes dinliyo diye dinler. Üzerine gitmedim, biraz vakit verdim ona baştan eleştirimi yapmıştım artık, şimdi top ondaydı, düşünecekti izlerken ve sonunda kendi karar verecekti, deniyordum onu, o diziyi ben onu izliyordum. Bakalım benim kardeşim salak mı değil mi? Baktım kardeşim salak, sanırım o da beni deniyordu, diziyi izleyecek miyim izlemeyecek miyim diye. Yok dedim o kadar zeki olamaz bu çocuk. Dizinin okul sahnesi evlere şenlik. İzleyen çocuk Bağcılarda okuyo. 55 kişilik sınıfta! Ulan dizide gösterilen sıralara biz kafelerde oturamıyoruz herifler çocukların beynini nasıl yıkıyolar bak hele. Dizi oyuncuları ilk okula giden çocuklar, çocuk mu? Al burdan bak http://www.diziler.com/dizi/pis-yedili/oyunculari çocuklarımızın çoğu 20'li yaşlarında hatta büyükleri bile var! Neyse bu çocuklarımız aşık oluyolaaar! Haydi bakalııım! En sevdiğimiz tema! Aşk! Hem de ne aşk! Öpüşmeli falan! Evet öpüşme olmadan aşk mı olur lan bi dizide? Hem de hangi dizide? Çocuk dizisinde! Bu dizilerde sürekli bir aşk hikayesi, sürekli bir mutsuzluk tablosu, millet dizide gördüğü aşkı bekliyo sevgilisinden, yok abi adam işten geliyo yorgun argın deviriyo kıçını yatıyo tabi! Ama bilmem kimle bilmem kimin aşkı öyle değil! Baksana Rüstem ne romantik, sen odun gibisin!
Bak şuna bak! Vurucan bi tane kafasına, kadına şiddete hayır da salak kadına evet! Yahu o filmlerde sana gösterilen aşk değil güzelim, o masal masal! Neyse o dizilerle ilgili de yazıcam dur önce şu çocuk dizilerini bi bitireyim. Baktım benim kardeşim ağzı açık izliyo, gözünü ayırmadan hemde! Öyle bir büyü ki bak bu yaptıkları, akıl alır gibi değil. Bu çocuk 12 yaşında, herkes izliyo dediği arkadaşları da aynı. Düşün ki bu arkadaşlarının akıllarında fikirlerinde aşk var! Nitekim bizimki de birine aşıkmış! Teklif ettim, kabul etmedi diyo, neymiş sevimliymiş ama küçükmüş! Hey Allahım tribe gel!
Zehirliyolar çocukları ey anneler babalar, siz de uykudasınız, uyandırıcam sizi ama merak etmeyin. Ne yapalım Sırlar Dünyası mı izlesin çocuklar, sürekli ibretlik paylaşımları mı takip etsin yani diye soruyosun, izleme! izletme! diyorum sadece! Önce kendini yetiştir, sonra çocuklarını. Senin en büyük görevin doğurup emzirmek değil, en önemli görevin, onu yetiştirmek!
Velhasıl baktım olucak gibi değil, oğlum dedim şu çocuklara bi bak, bunlar çocuk mu? Baksana şuna herif benle yaşıt askerlik celbi gelmiş, şunların konuşmalarına bi kulak ver, bi bak sen hiç böyle sınıf gördün mü? 3 kişi oturuyosunuz bi sırada lan delirtme beni! Ne aşkı ne sevgiilisi, şaşırdın mı sen? Ne yapıcaksın yani Betül senin sevgilin oldu diyelim, evleniyo musun seneye? İş güç tamam herhalde siz yakında çocuk da düşünmeye başlarsınız. Sen çocuksun oğlum, o herkes dediklerin de çocuk ve hepiniz böyle dizilerle, filmlerle, şarkılarla, reklamlarla kandırılıyosunuz! Hani dizinin başında diyolar ya 'bu dizide anlatılanlar ve kahramanlar tamamen hayal ürünüdür.' Bu ne demek biliyo musun? Artık sen beni izliyosan geri dönüşün yok kardeşim ben sana istediğimi geçirebilirim. Rahatlıkla da yapıyorum bunu, sen farkına bile varmadan seni yok yere, sebepsiz yere mutsuz bile ediyorum. Hayalini kurduğun yaşamdan çok farklı bir yerde olduğun için mutsuz oluyosun. Yaşadığın semtten utanıyorsun, bindiğin arabadan, oturduğun evden, annenden, babandan, sanki sen de o gördüklerin gibi olmayı hak ediyormuşsun da sana bunu vermiyolarmış gibi hissediyosun. Sonra kaderine isyan ediyosun. Sürekli bi mutsuzluk hali.

Nihayet kardeşim televizyonu kapattı sohbet etmeye devam ettik. Ben sana kendi başımdan geçen bi olayı anlattım. Bir eleştiri yapıyosan eğer, güçlü delillerle doğru olanın aslında ne olduğunu onlara göstererek yap. Yahu izleme bunu, şeytan işi bu meret vs. demekle olmaz. Aksini yapar yine izler. O zaman akıllı ol, önce kendini bi yetiştir, sözlerin güven versin ki insanlar sözlerine değer verip kendi benliklerinde sözlerini kabul etsinler.

Gençlik dizileri ve orta yaş grubuna da değincem bi dahaki yazımda, tamam biliyorum sürekli istiyosunuz ki yazıyım da yoruldum ulan gidiyim biraz deniz havası alıyım. Bağcılarda oturmuyorum lan şaka yaptım kuzenim  yazdı hatta bunları, hadi öpüldünüz şekerler.